1.
Marcel
Proust’un ‘Okuma Üzerine’ adıyla Türkçeye çevrilen, topu topu 59 sayfalık kitabının, sadık Proust okurlarını şaşkınlık
ve aşinalık arasında tuhaf bir duyguya sürüklediğini sanıyorum.
Tam bir yazma
tutkunu olan, Kayıp Zamanın İzinde’n koşan, devasa cümlelerle sayfalar dolduran
bu Fransız yazarın 59 sayfalık, incecik bir kitapla kitapçı raflarında yer
almasına şaşırdım! Açıkçası, bu kadar küçük ebatlı bir kitap ‘beklemiyordum’ Proust’tan!
Öte yandan; yiv gibi önüne gelen her şeyi delip geçen, öğüten, tatlı bir dinginlik ve
zehirli bir derinlikle yine her şeyi apaçık ediveren ama bu apaçıklık içinde her
şeyi yeniden gizleyen o plastik diliyle karşılaşmış olmakla, eski bir ‘dostu’
yeniden ‘hatırladım’.
Kitap, adından
da anlaşılacağı gibi, okumak üzerine bir ‘anlatı’. Kitabın arka kapağında,
içeriğe ilişkin şöyle bir not düşülmüş: “Okuma Üzerine, Marcel Proust’un birey
ile kitap arasındaki ilişkiyi ve özgün psikolojik edim olarak okumayı
irdelediği, bu edimin kaynaklarına yaptığı yolculuğu içeren bir anlatı.”
‘Anlatı’
ibaresi üzerinde özellikle durmamın sebebi, bir denemeler toplamı bekleyen
okurun, kitabı eline aldığında şaşırmaması içindir. Proust, bu kitabında,
okumanın ‘önemi’ üzerinde fikirler ileri sürmekten çok, böyle bir eylemin
psikolojik backroundunu bir romancı/öykücü üslubu ile dile getiriyor. Okur, okuma
eyleminin ‘ne’liği ve ‘nasıl’lığı üzerine bir öykü-felsefe yumağının içine
dalıyor.
Proust, kitabın
girişine bir not eklemiş: “Floransa Notları’yla Ruskin’e çok büyük keyif vermiş
Prenses Madam Alexandra de Caraman-Chimay’a duyduğum derin hayranlığın anısına,
Madam’ın hoşuna gittiği için bir araya getirdiğim bu sayfaları saygılarımla
adıyorum.” Bir kitabın yayınlanması için
hoş bir neden.
Kitabın 43
üncü sayfasında yer alan şu cümleler ilginç geldi bana: “Edebiyatçı zihninin
özgün işleyişi yoktur ve kendini güçlendirebilecek özü kitaplardan nasıl
damıtacağını bilmez; derdi bir bütün olarak onların biçimidir, ki bu biçim,
onun için, özümlenebilir bir öğe, bir yaşam ilkesi olmak yerine, sadece bir
yabancı gövde, bir ölüm ilkesidir. Belirtmem gerekir mi bilmem, bu zevki,
kitaplara duyulan bu tür fetişist saygıyı sağlıksız olarak nitelerken…” Bu cümlelerden az önce ise bir tarihçi ya da
bilgin için durumun çok farklı olduğunu söyler.
Edebiyatçının
derdinin ‘biçim’ olmasının ve bunun bir ‘ölüm ilkesi’ne dönüşmesinin gerisinde
yatan nedenin Proust tarafından fetişizmle damgalanması işi karıştırıyor. Bu
damgayla nereye kadar gidilebileceği ve nasıl bir sona ulaşılacağı hususu tuhaf
bir soru olarak dikiliyor karşımıza.
‘Biçim’ derdi
ve bununla bağlantılı olmak şartıyla ‘ölüm ilkesi’, esas itibarıyla
edebiyatçının varoluş nedenleri arasındadır. Başkalarına ait biçimlerin ‘ölüm
ilkesi’yle yargılanmadığı durumda kendi özgün biçimine ulaşmasının mümkün
olamayacağı gerçeğini her edebiyatçı daha işin başında bilir. Bilmek
durumundadır. Bunu elbette Proust da biliyor. Ama burada şu sorun çıkıyor
ortaya: Kendi özgün biçime ulaşmak durumunda olan bir edebiyatçı zihninin -başka
biçimlere ölüm ilkesini uygulayan bir zihnin- özgün olmadığı tespiti ile baş
başa bırakıyor bizi. Özgün olmayan, derdi salt biçim olan, bunu da bir yaşam
ilkesi olarak değil ölüm ilkesi olarak fetişist bir boyuta yönlendiren bir
zihnin, nasıl olup da şu cümlelerin muhatabı olacak kitaplara imza attığını
sorgulamak durumunda kalıyoruz: “Sanatçının olduğu gibi yazarın da nihai
çabası, bizi evren karşısında meraksız bırakan çirkinlik ve anlamsızlık
perdesini bizim için ancak kısmen aralamaya varır.” Bize kısmen de olsa
çirkinlik perdesini aralatan yazarının zihninin ‘özgün olmayışı’ üzerinde
düşünmek gerekiyor gerçekten! Ya da Proust’un neden böyle söylediği konusunda…