Füruğ Ferruhzad, Türk okurunun pek bilmediği bir isim. İran’lı
bir kadın şair. 1934 yılında Tahran’da doğmuş. 1967 yılında hız tutkusunun
kurbanı olarak bir trafik kazasında hayatını kaybetmiş. 33 yıllık kısa mı kısa
bir ömür sürmüş. İşin ilginç yanı, bu kısacık ömür, onun, modern İran şiirinin
önemli temsilcilerinden biri olmasına engel olmamış. Şiirleri çeşitli yabancı
dillere çevrilmiş. İran edebiyat çevresi gerek yaşadığı dönemde gerekse
sonraları Ferruhzad’a kayıtsız kalamamış.
Sadece bu kadar mı?
Bu kısacık ömre yazarlık,
oyunculuk, yönetmenlik, ressamlık gibi birçok uğraş sığdırmış. 1962 yılında
yaptığı bir belgesel film o yıl İtalya’da belgesel filmler festivalinde
birincilik kazanmış. 1963 yılında yaptığı “Kara Ev” filmi ise Almanya'da
düzenlenen Oberhausen film festivalinde en iyi film ödülünü almış.
Ferruhzad’ı, kısacık ömrüne
rağmen bugüne taşıyan, onu vazgeçilmez bir şair kılan nedir? Şiirin ne’liği ve
şairin kim’liği üzerinden bir sonuca varılması gereken durumda Ferruhzad örneği
ilginç bir çıkış noktası olabilir gibi geldi bana.
Dünya Sevmek İçin Çok Küçük
adıyla Türkçeye çevrilen mektupları, anıları ve söyleşilerinin yer aldığı
kitapta, bir şairin ‘poetik sevinç’ olarak yansıyacak varoluş üslubuna tanık
oluyoruz.
“Kalbimi bir meyve gibi yetiştirip ağaçların
bütün dallarına asmak istiyorum.”
Bir mektubunda yer alan bu cümle,
Ferruhzad’ın bir şair olarak kimliğini; zekasını, duygusunu, coşkusunu,
varoluşunun kendi gerçeğine ulaştığı doruk çizgisini, bütün genişliği ve
derinliği içerisinde anlatıyor sanki. Bu cümleye dayanak olacak bir hayat
algısı ve poetik devinim içinde kendini şiire feda ederken görüyoruz onu. Şair
olma talep ve tutkusu, çabadan çok bir kendini adayışın ve şiirsel imkânları
dışa vurmanın gerektirdiği hâle teslim oluşun zenginliğini sunuyor bize.
“Mesele sadece budur.” Diyor bir
mektubunda ve devam ediyor: ”Eğer şair olmak istiyorsan kendini şiire ada.
Hesaplardan ve çok konuşmalardan vazgeç. Çok basit mutluluklara razı olanları
bırak. Etrafına bir duvar ör ve bu duvar içinde, daha iyi bir dünyaya gelmek,
şekillenmek ve kavramların çeşitli anlamlarını keşfetmek için yeniden başla.
Ben aynısını yapıyorum –ama acı-
çok acıdır. Dayanaklılık ve yetenek ister.”
bak tam karşımızda gecenin mum
damla damla nasıl eriyor
nasıl doluyor ağzına kadar uyku
şarabıyla
gözlerimin simsiyah kadehi
senin ninnilerini dinlerken
ve bak nasıl
şiirlerimin beşiğine
sen doğuyorsun, güneş doğuyor
Ferruhzad, İran toplumunun birçok değeriyle çelişir. Hem yerleşmiş toplum yapısına hem de o toplumun manevi dinamiğine teğet geçen bir anlayışa sahiptir. Ne ki, onun, bir şair olarak gücünü buradan aldığını düşünmüyorum ben. Şiir, ne inkardan doğar ne de isyandan. Şiirin tek bir doğuş alanı vardır: Şairin içinde mevcut şiir evreni. Zaten, Ferruhzad’ı bu yazıya konu yapma nedenimiz de bu özelliğinden kaynaklanıyor.
Eşini, çocuğunu, ailesini,
vatanını terk ederek, biricik oğlunun bir daha kendisine gösterilmeyeceğini
bile bile hiçbir rehbere ve yardımcıya ihtiyaç duymaksızın, görmediği,
bilmediği ülkelere, yolculuğa çıkar; yeni mekânlarda yeni bir şiir solumak
için. Güç olanı, imkânsız olanı somutlaştırmak, ona dokunmak ister adeta.
Acının nasıl bir şey olduğunu ‘yerinde’ görmek tutkusuna kapılır. Bu, aslında,
bir iç savruluştur. Çünkü, mesafeler tek başına bir şey ifade etmez. Onun
peşinde olduğu şey, ne başka ülkelerdir ne de başka insanlar. İçindeki şairin
sesini gürleştirmek isteği ve tutkusundan ibarettir.
Ne yazık
Benim küçük gecemde
Rüzgar ağaçların
yaprakları ile buluşacak
Yıkım korkusu var benim küçük gecemde
Yıkım korkusu var benim küçük gecemde
Ferruhzad’ın birey olarak duruşu,
yıkılış ve yapılışlar içindeki iç dünyası, onu bir tek şeye mecbur ve yazgılı
kılmıştır: Şairliğe. İlişkileri, ilgileri, ayrılıkları, direnmeleri ve
sorularıyla kendini serazat şiirin doğumuna bırakır. ‘Ben hayatı sanatım için
istiyorum’ diyor 18 yaşında yazdığı bir mektupta. Bir başka mektubunda ise
şunları yazıyor: “İnsan aklını coşkulandıran bu güzel şeylerin hepsini bana verip
şiir söyleme gücünü benden alırlarsa kendimi öldürürüm.”
Ferruhzad örneği, bir şairin
yaşam karşısında kendini konumlandırışının şiiri nasıl öncelediğini, yani,
şiirin ‘şair olarak varoluş’un tek ve doğal sonucu oluşundaki poetik gerçekliği
izah ediyor.
Ferruhzad’a ağır bir bedel ödeten
bu hayattan bir ‘sevinç’ çıkarıyorum ben.
Şairin bireysel varoluşu, yaşamın
bizzat kendisi olarak poetik bir sevinç kaynağıdır. Şiirin ışıltısı, onun
nefesinde vücut bulur.
Şairlerin algıları, yaklaşımları;
hazır buldukları ifade ritüellerine ve biçimsel argümanlara yönelik eleştiri ya
da onayları; olgu ve olaylar karşısında konum alışları, kimi zaman irrasyonel
kimi zaman da yalın halde bizzat sevincin kendisi olur. Hangi büyük şairin
yaşamını ele alırsak alalım, her safhasında zekanın, dahası dehanın kıvrak ve
kıvamlı nüveleriyle karşılaşırız. Her büyük şair, bizi, şiirinden önce
kavrayışı ve algısı ile hayrete düşürür.
Şiirde sorun olarak görülen birçok
mesele, aslında, o şiirleri yazan şairlerin kavrayış ve kendilerini adayış
tutkularının zayıflığıyla ilgilidir. İşin aslı şu ki, kötü şiir olmaz. Eğer bir
kötülük varsa bu, şairin bizzat kendisinden gelir. Bu nedenle, kötü şairin ne
şiiri ne de poetik algısı bir sevinç kaynağı olamaz.
Bu açıklamalarımız sonunda şuraya
geldik herhalde: Şiir etten, kemikten ve ruhtan mürekkeptir. Hayat, şair için
şiirsel bir üslup ve varoluş biçimidir. Şair hayatının bu biçimde vücut buluyor
olması, bu hayata muhatap olmasını beceren herkese sevincin kendisi olarak
yansır. Ne var ki, bize sevinç olarak yansıyan bu varoluşun şairde gerçekleşme
biçimi başkadır. Sevinç, kendini var eden bünyede acı halindedir.
(Mustafa Aydoğan, 2006)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder