Alaeddin
Özdenören'in derin ve karmaşık acılar yaşadığını anlamak için fazla bir
araştırma yapmamıza gerek yoktur. Daha ilk adımda, ilk belgede, onun macerası
içindeki acılar yumağını görmemiz işten bile değildir. Ne var ki, bir şairi
şair yapan temel husus, başkalarından daha derin ya da daha çok acı çekmiş
olması değildir. Acı, sadece şairlere değil herkese armağan edilmiştir. Büyük
sanat eserlerinin büyük acılardan doğduğunu söylemek beylik bir ifadedir.
Sanatçı, daha derin acılar çektiği için değil, acıya dair her durumun bilgisine
ve sezgisine idrak kapıları açık olduğu; hatta her türlü insani duruma yüksek
bir bilinç noktasından bakabildiği ve bunu ifade edebildiği için sanatçıdır.
Sanatçı, acıya da, sevince de; mutluluğa da mutsuzluğa da; hicrana da kavuşmaya
da; ölüme de yaşamaya da, arada bir mesafe olmaksızın dokunur ve bu durumlarla
insan arasındaki kader bağını keşfeder. Sanat, acıyı gidermez; acıyı acı olarak
açığa çıkarır, ortalık yere seriverir. Sanatçının eylemi, gerçeği keşfedip
ortaya çıkarmaktır. O, çıplak gerçekle temastan çekinmez. Sanatçıyı büyük ve
benzersiz kılan da bu özelliğidir.
Alaeddin
Özdenören de acının kaynağına giden büyük sanatçılardandır. Acıyı, ıstırabı
yerinde görmüştür. Deyim yerindeyse, acıyı mekanında otururken bulmuş ve ona
dokunmuştur. Acının, ıstırabın şahsına ait olmaz gerekmiyor elbette. İnsana ait
olması yetiyor. Lise son sınıfta ve üniversite üçüncü sınıfta iken yapmış
olduğu iki ayrı vekil öğretmenlik macerası, ona bu imkanı fazlasıyla vermiştir.
Boğazköy'deki vekil öğretmenliği sırasında, küçücük öğrencilerin yaşadıkları
ıstırapları ve farkında olmadan çektikleri acıları görmüş, sezmiş ve bunlara
idraki ile dokunmuştur. Sağmalcılar İlkokulundaki vekil öğretmenliği sırasında
ise, okul müdürünün, sinemaya götürdüğü öğrencilerin arasına sızan bir çocuğa
öfkelenip ona eşi benzeri görülmemiş bir şekilde dayak atmasına şahit olur.
Çocuğun ağzı burnu kan revan içinde kalır. Nihayetinde müdürü tutar ve
ayırırlar. Alaeddin Özdenören'in, bu andan itibaren ortaya koyduğu tavır
enteresandır. Bir öğretmen gibi değil, bir insan gibi davranır. Çocuğun durumu,
hassasiyetinin sinir uçlarına dokunur. Bu olaya neden olan asıl gerçeğin peşine
düşer. Perde gerisindeki katı gerçeği keşfetmek için dayak yiyen çocuğun yaşam
şartlarını öğrenmek ister ve evine gider: "Ben merak edip çocuğun evine
gittim. Beni evin girişinin yanında bir odaya aldılar. Ortada boş bir soba
vardı. Yer yatağında saçı sakalı ağarmış, zayıf, solgun suratlı ihtiyar bir
adam yatıyordu. İhtiyar bir kadın da alçak bir iskemleye, adamın yanına
oturmuştu. Kadının yüzü bumburuşuktu, kalan iki dişi alt dudağından dışarı
çıkmıştı. Kapının karşısındaki hücrede üst üste yığılmış eski battaniyeler
vardı. Çocuğun annesi çay ikram etti. Çay soğuk ve bayattı. Bu evden sanki
sevinç de, keder de, umut da, korku da uçup gitmişti.
Anladım ki
çocuklar evdeki kimsesizliği okula taşıyorlar." (Unutulmuşluklar, Sh.37)
Belki de şiir, başka yaşamlardan şairlerin düşünce
dünyasına iniyor, oradan duyguya dönüşüyor, duygudan imgeye evriliyor ve yeni
hikayeler halinde insanlara ulaşıyor. Kalpte bir yara olarak... Alaeddin
Özdenören, "Kalanlar" adlı şiirini ne zaman yazmıştı bilmiyoruz ama
bu şiir, bu çocuğun halleri de dahil olmak üzere benzer haller üzerine düşülmüş
insanlık dipnotudur.
KALANLAR
Göğsümü yalayan gül
alevinden
Silinmez izler kalır.
Gökte bulutla oynayan
çocuk
Öksesine yıldız çakan
melek kalır.
Akşam üstüler ki çöker
kıyıya
Toplanmış halatlar
yığılmış zincirler kalır.
Yapraklar dağılırken
saçlarından
Denize atılmış çelenk
kalır.
Duvarda gölgeler öyle
ıpıssız
Hücremde kırılmış
ekmek
Ve bir kuru ağaç
kalır.
Dersen ki her şey
geçer inanmam
Günler geçer geçer
üstüne sesler kalır
Uçsuz bir dinleyişle
dinle
Üstlen çöllerdeki
rahmeti
Ey gürleyen
yalnızlığımız
Yolumuzu gözleyen
Toprağa girdiğimiz
vakit
Uğultulu derinlikler
kalır.
Duy unutuş rüzgârının
Açtığı son kapı benim
Çekilince kalbimin
suları
Geriye senden başka ne
kalır.
Alaeddin Özdenören'in bakışına ve idrakine
yansıyan, benzer onlarca hadise olmuştur kuşkusuz. İnsanı, türlü insanlık halleri içinde görmek
cesaret ister. İnsan bazen kendi idrakini bile aşan haller yaşar. Bunların
kimisi acıklı, kimisi komik, kimisi huzur verici, kimisi kaygı verici olur. Ne
ki, bu durumların idrakine ancak ve ancak iç derinliğe sahip insanlar varır. İç
derinliğe sahip olmaktan tecrübeyi kast etmediğimizi hemen belirtmemiz lazım.
Tecrübe, kendi başına, durumları izah imkanına sahip olamayabilir. Bilhassa
sanatta. Sanat, tecrübeye ihtiyacı olmayan nadir etkinliklerden biridir.
Sanatın oluşması için gerekli olan en önemli şart, belki de tek şart, bir
sanatçının mevcudiyetidir. Sanat, durumların meydana getirdiği bir teşekkül
değil; sanatçı kavrayışının izah kabiliyetinin bir sonucudur. Ne acı, ne de
mutluluk, hiç birisi kendi mevcudiyetleri içinde sanatsal bir mahiyete haiz
değildirler. Onları sanat katına yükselten ya da sanatın bir nesnesi kılan,
sanatçının dehasıdır. Çocuğun bir müdür tarafından dövülmesi olayı, acıklı
olmakla birlikte sıradan sayılabilecek bir olaydır. Çocuğun ailesinin ev hali
de acıma duygumuzu tetiklemekten öte bir sonuç doğurmaz. Bunların sanata konu
olabilmesi ve buradan bir sanat eseri çıkabilmesi için bir sanatçı duyarlığına
ihtiyaç vardır. İşte o sanatçı, Alaeddin Özdenören'dir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder