Söyleşiyi Yapan:
Osman Özbahçe
Sayın
Aydoğan, Şubat (2015) ayında iki deneme kitabınız çıktı: Kitabın Kimliği
ve Aşk Yolcuları. Dokuzuncu kitabınıza ulaştınız. İlk kitabınız Kendini
Aynalarda Çoğaltan Şehir (1997), ikinci kitabınız Bir Dolu Bakır Yaz
(1999) ve üçüncü kitabınız Bahar Köpüğü'nü (2004) Az Önce (Mart
2012) başlığıyla bir kitapta topladınız. Dördüncü şiir kitabınız Bugün
Konuştuklarımız, Mart 2012 ve beşinci kitabınız Güneşin Ayak İzini Takip
Et, Aralık 2014'te çıktı. Yazma Sevinci (Ocak 2014) ve Yüzdeki
Leke'yle (Kasım 2014) birlikte azımsanmayacak bir yekûna ulaştınız. Bu
çalışkanlık takdire şayan, sizi tebrik ederim. Bu yekûna bakarak yazarlık
hayatınızı, tecrübenizi eleştiriye tâbi tuttunuz mu? Kendinizi, yazarlığınızı
gözden geçirdiğinizde nerde görüyorsunuz?
Dokuz kitap... Çok
sayılmaz. Kitapların sayısı açısından durum böyle; ama diğer taraftan dünyada
bulunduğum yılların sayısı da hiç az değil. Bugüne değin hiçbir şeyin yüzünü
erkenden gördüğümü hatırlamıyorum. Ortaya koyduğum her eserin bedelini
fazlasıyla ödediğimi düşünüyorum. Hem zaman, hem de emek açısından.
Yazma gerekçemin
üzerinde de, yazarlık maceram üzerinde de her an düşünmekte olduğumu söylesem
abartmış olmam. Niçin yazıyorum? Sonuçta ne yapmış oluyorum? Bu sorular
fazlasıyla gerçekçi ve yaralayıcı sorular. Boşluk her an önümde ve beni içine
almak için son derece arzulu görünüyor. Bir hayatım yok. Yazı dışında bir
hayatım olmadı benim.
Yazarlığımı gözden
geçirmek mi... Yaptığı hiçbir işi beğenmeyen bir adam düşünün ve onun ruh hâlini
hayal edin. İşte o adamlardan biri de benim. Yazacağım şeyleri hâlâ yazamamış
olmanın telâşı içindeyim ve onu aramakla geçiyor günlerim. Hep bir eksiklik
duygusu yani.
Yayıncılıkla
ilgili bir soruyla ilk soruyu tamamlamak istiyorum: İlk üç kitabınız İz, Kaknüs
ve Hece yayınlarından çıktı. Ama son kitaplarınızın hepsi Edebiyat Ortamı
Yayınları'ndan. Bu durum şiir ve yazılarınızı bir arada ve bütün hâlinde ele
almayı kolaylaştırıyor. Öyle sanıyorum ki Edebiyat Ortamı dergisi ve
yayınları size bir kitabı zamanında çıkarma imkânı da sundu.
Küçük bir düzeltme
yapalım. Aşk Yolcuları, H Yayınları'ndan çıktı. Geçen ay.
Dünyanın en keyifli
işlerinden biri, yazarın kendi kitabının yayıncısı olmasıdır. Kitabı,
istediğiniz zamanda çıkarıyor ve istediğiniz tasarımı uygulayabiliyorsunuz. Bu
tarafıyla gerçekten çok güzel. Bir de arka arkaya kitap yayınlamış oldum. Son
dört kitap, geçen üç ay içerisinde okurla buluştu. Bekleyen dosyalar vardı ve daha
fazla beklememesi gerekiyordu.
Kitaba aldığım şiirler
açısından baktığımızda Mavera dergisini, yani 1987'yi başlangıç kabul
edebiliriz. Ama ilk şiir ve ilk yazı açısından konuşacak olursak 1980 yılını
esas almamız gerekebilir. Ki bu yıl lise 2'ye geçtiğimiz yıldır. 1978'i bu
söyleşi vesilesi ile tashih etmemiz gerekiyor. 1980 demek daha doğru olur.
Maraş'ta yerel
gazetelerde sanat sayfası düzenlemek bir gelenekti. Cahit Zarifoğlu, Alâeddin
Özdenören, Rasim Özdenören, Erdem Bayazıt gibi bugün Tük edebiyatına damga
vurmuş isimler bizden önce aynı şekilde, lise yıllarında Maraş'ta çıkan mahallî
gazetelerde sanat sayfası düzenlemişlerdi. Biz de bu geleneğe uymuş olduk.
O tarihlerde başarılı
hikâyeler yazmış; ama sonradan yazmayı bırakmış olan Mustafa Yılmaz ve Feramuz
Aydoğan ile birlikte Işık gazetesinin sanat sayfasını düzenliyorduk.
Daha doğrusu, bahsettiğim bu iki ismin sorumluluğunda düzenleniyordu bu sayfa,
benden de yazı istiyorlardı, ben de yazı veriyordum. Bir iki yazım bu gazetenin
sanat sayfasında yayımlandı. Tabi bu yazıların ve şiirlerin hiçbirini kitaplara
almadım; çünkü biraz da gençlik hevesiyle yazılmış metinler olarak gördüm
onları. Zaten hiçbirisi de bende mevcut değil o yazıların.
Sizinle
yapılmış söyleşilerden birinde şöyle bir bilgiye rastladım: Lise yıllarınızda ilk
şiirinizi Cahit Zarifoğlu'na gönderdiğinizi ve Zarifoğlu'nun bu şiiri Mavera'da
yayımladığını söylüyorsunuz. Bunun üzerine "Okuyucularla"da bir
araştırma yaptım. M. Arif Bulut isimli bir okuyucu mektubunun size ait
olabileceğini düşündüm hem Maraş vurgusu dolayısıyla, hem Arif Umut ismine
benzerliği dolayısıyla. Zarifoğlu'nun, "bu Arif Bulut şiir yazacak. İşte
bir davetiye. 'Taha' isimli şiiri şöyle" diyerek yayımladığı şiir size mi
ait? Mavera, sayı 57, Ağustos 1981.
Cahit Zarifoğlu'nun Mavera
dergisinin "Okuyucularla" bölümünde bahsettiği "M. Arif Bulut"
benim o tarihlerde kullandığım bir mahlastı. Aslı "M. Arif Umut"tur o
mahlasın. Zarifoğlu, sanırım, şiirlerin üstündeki isme bakarak değil de aklında
kaldığı kadarıyla yazmış ve "Umut"u "Bulut" yapmış.
Bahsettiğiniz şiir de benim gönderdiğim şiirlerden biriydi, demek ki Zarifoğlu
o şiiri beğenmiş ve yazısına da alıntılamış. Gerçek adımı değil de bir mahlas
kullanmış olmam, bir tür oyundu. Ya da bir önlemdi.
Açıkladınız
gerçi ama Arif Umut ismine ilişkin bir soru sormak istiyorum. Ben Arif Umut'un
sizin müstearınız olduğunu biliyorum. Ayrıca bu ismi sormamın sebebi hem böyle
meselelerin kaybolup gitmesini istemediğim için, hem de sizin kronolojinizi
doğru tespit etmek için. Mavera'nın 64. sayısında (Mart 1982) Arif Umut
imzasıyla yayımlanan "Selâmlık" başlıklı bir şiir var. Bu şiir size
mi ait?
Bazen "M. Arif
Umut", bazen de "Arif Umut" olarak kullandım. Sonraları, "Arif
Umut"u tercih ettim. "Selâmlık" başlıklı şiir, gönderdiğim şiirler
içinden bir tanesiydi ve onu yayımladı Zarifoğlu. Bu şiiri kitaplarıma almadım
tabi. Ama benim şiir hayatımın ilk adımı bu şiirdir. Bu nedenle özel bir yeri
vardır bende. O şiir, hep kitaplarımın dışında kalacak ve sadece bana ait
olacak. Benim ilk tebessümümdür o.
Mustafa
Aydoğan imzasıyla şair kimliği kazandıktan sonra yine Arif Umut imzasıyla Kayıtlar
ve Yalnız Ardıç'ta üç şiir daha yayımlamışsınız. Buna niçin gerek
duydunuz?
O tarihlerde yayımladığım
şiirlere imza olarak mahlasımı koymam bazı gerekçelere dayanıyordu. Bu
gerekçelerin bir kısmı resmî görevimle ilgiliydi. Bir kısmı da bende saklı
kalmasını istediğim başka gerekçelere dayanıyordu. Zaten çok az sayıda şiirime
imza olarak mahlasımı koydum. Sonra kendi ismimle yayımladım.
1991
ve 92 yıllarında ağırlıklı olarak Kayıtlar'da şiir yayımlamışsınız. Bu
durumda Mavera'yla başladığınızı, Kayıtlar'la devam ettiğinizi kabul
edebilir miyiz? Bu söyleşi için çalışırken dikkatimi çekti: Kayıtlar iyi
bir dergi olmasına karşın unutulup gitmiş. Kayıtlar'la ilgili hiçbir
yazı hatırlayamadım. Siz hatırlıyor musunuz?
Asıl Mavera'dır
benim mekânım. Üniversite okumak için ısrarla Ankara'yı tercih etmemin tek
nedeni Mavera dergisinin Ankara'da olmasıydı. Ne var ki ben üniversiteye
kayıt yaptıramadan Mavera İstanbul'a taşındı. Kayıtlar'la ilgili bir yazı ben de hatırlamıyorum.
Şiir
anlayışınızda üç kavram özel bir öneme sahip: İlham, lirizm ve metafizik.
İlhamla başlayalım. Siz ilhamla akan bir şiirden yanasınız. Böyle mi ve bu
sorunun doğuracağı yeni soru: Şiirde işçilik meselesine nasıl yaklaşıyorsunuz?
Örneğin şiiri yazıp bitirdikten sonra üzerinde çalışıyor musunuz?
Büyük ilim adamı ve
irfan ehli İbn-i Sina'nın bir sözü var: "Cismi bulunan bütün şekiller,
akıllardaki kavramlardan doğarlar." Alman filozof Martin Heidegger de "Oturmak
ve İnşa Etmek" başlıklı ünlü makalesinde, "Konferans
salonunun çıkışına doğru yürüdüğümde, daha şimdiden oradayımdır; eğer orada
olmuş olmasaydım, oraya gidemezdim bile. Ben hiçbir zaman sadece kendi başına
kalmış bir beden olarak burada değilim, aksine ben şimdiden mekânda durmayı
sürdüren olarak oradayım ve böylece mekânı baştan sona geçerim," der.
Cahit Zarifoğlu'nun da şöyle bir ifadesi var: "Eğer bir gün kompüterler de
şiir yazacak olsalar onlar da ilhamla yazarlar." Yani esas olan hayal
etmektir. İlham, hayalden doğar. Her aklı selim insan aynı şeyi söyler. İlham
olmasaydı, bırakın şiir yazmayı, bir adım dahi atamazdık. İbn-i Sina'nın sözünü
de, Heidegger'in sözünü de iyi anlamak lâzım. İnsanın bizatihi kendisi bile
ilhamdan müteşekkildir.
İlham
doğuştur, yaratılıştır. Şiir de yaratılan bir şeydir, onu şair olarak biz
yaratmayız, bizi yaratan yaratır. Ama şair şiiri görür ve onu hisseder. Yani
Rodin'in taşın içindeki heykeli görmesi gibi. Rodin, "Ben bir şey
yapmıyorum" demiş, "sadece taşın içindeki heykeli çıkarıyorum." Ne
ki o heykeli herkes için görünür hâle getirmek taşa şekil vermeyi gerektirir.
Yani sanatçı, içine doğan şeyi / gördüğü hakikati başkaları için anlaşılır ve
görünür kılmak için emeğe mecburdur. İlham ile emek arasındaki ilişki sanırım
böyle bir şey.
Şiirinizde
açık bir şekilde tespit edilen ve düzyazılarınızda da vurgu yaptığınız lirizm
kavramının içini neyle dolduruyorsunuz? Tanım çabası sizi hangi alanlara
yöneltiyor?
Lirizmden
kastımız, Niyâz-i Mısrî'nin şu beytinde ifade ettiği husustur: "Cümle
mevcûdât u ma'lûmâta aşk akdem durur / Zîra aşkın evveline bulmadılar
iktidâ." Özet olarak diyor ki "Bütün varlığın başlangıcı aşktır; ama
aşkın bir başlangıcı yoktur, aşk ezeli ve ebedidir. " Bizim medeniyetimizin,
genel olarak İslâm medeniyetinin, hangi esas üzerine inşa edildiğinden
bahsediyor Mısrî. Fuzûlî, lirik bir şairdi meselâ. Yani âşık bir şairdi. Ama
bugün anladığımız anlamda bir aşk değildi bu. Fuzûlî'ye göre Leylâ, Allah'ın
sıfatlarının bir şahsiyet olarak inşa edilmiş hâliydi. Leylâ bir hakikat
sembolüydü. Mecnun ise bu sıfatları kavramak ve onda kaybolmak isteyen İnsan-ı Kâmil'in
sembolüydü. Lirizmi bunun için önemsiyorum. Neyi kaybettiğimizi hatırlayalım
diye.
Modern
insan lirizmi küçümsedi. Çünkü hakikati küçümsedi. Git gide lirizm ile sululuk
birbirine karıştırıldı. Böylece büyük şairler çağı kapanmış oldu. Birinci Dünya
Savaşı, lirizm ile gerçekçilik arasındaki savaştı. Yazık ki lirizm kaybetti.
Müslüman milletler yenildi. Katı gerçekçilik kazandı. Görmeden, dokunmadan iman
etme devri bitti yani. İkinci Dünya Savaşı ise gerçekçilikten pay kapma
savaşıydı. Oysa insanlık, asıl meselesini kaybetmişti.
"Metafizik
Şiir" başlıklı bir yazınız da var: Dergâh, sayı 207, Mayıs 2007. Bu
kavramı lirizmle sebep sonuç bağıntısı içinde ele alıyorsunuz. Kısaca metafizik
şiirden kastınızı açıklar mısınız?
Metafizik (fizik
ötesi), hakikatin / ilâhi olanın bize elini uzattığı yerdir. Bizim yüzyıllık, hatta
1839'dan itibaren, şiir tarihimiz bu eli görmemek üzerine kuruludur. İroni
peşinde koşanların, şiire yaşamın kuru kabuğunu zemin yapma hevesine
kapılanların iyi düşünmesi gerekir. Sanmasınlar ki kendileri böyle bir tercihte
bulunuyorlar, hayır, onlara başka bir tercih bırakılmadığı / öyle yapmaları
istendiği için öyle yapıyorlar. Amacımız, ironik olanı ve yaşamsal olanı
dışlamak değil. İnkâr edileni, görülmeyeni işaret etmek için böyle söylüyoruz.
Modern
insan, tıpkı lirik olanı küçümsediği gibi metafizik olanı da küçümsedi. Sezai
Karakoç, bu küçümsemeye yer yer değinir.
Büyük
şairler çağı yeniden gelir mi bilemem; ama gelirse şu iki yoldan gelecektir
diye düşünüyorum: Lirizm ve mübalağa (abartı). Doğu, mübalağadır. Müslüman Doğu'nun
mübalağadan öğreneceği çok şey vardır. Hakikatin peşine düşen insanda kasıntı
olmaz. Metafizikle lirizm iç içedir. Metafiziğin şiir cephesinden görünüşüne
lirizm diyoruz, belki de, ya da ben böyle anlıyorum.
Bu
üç kavramın üstüne şu cümleyi sormak istiyorum: "Şiir, şairin iç
gerçekliğinin sonucudur. Dış gerçekliğin değil" (Hece, sayı 110,
Şubat 2006). İlham, lirizm ve metafizik kavramları ışığında bu cümleyi biraz
açabilir misiniz?
İç gerçeklik, iç
yolculuktur. İnsanın iç yolculuğu, yani manevi yolculuğu asıl yolculuktur. Bu
yolculuğun zamanı ve mekânı aşan bir tarafı vardır. Şiir, sonsuzdan üflenmiş
bir sûr'dur. Bütün görünenin arkasında görünmeyen hakikat vardır. Her şey o
hakikatin emrindedir. Mesele o hakikati kavrayabilmektir. Büyük şairliğin
doğasında bunu görüyorum ben. Batılısı da öyle, Doğulusu da. Görüntüye
aldanırsak hâlimiz harap. Bize, "Dünya nasıldı" diye sormayacaklar; "Kendini
tanıdın mı" diye soracaklar. Kendini tanıyan rabbini tanır çünkü. Şiir,
şairin içindedir; dışarıda bir şey arayan çer çöple uğraşır.
Şiirlerinizde
yalnızlıktan ziyade "acı duymak" durumu var. Varoluşsal sıkıntı
diyebileceğimiz yalnızlık yerine acı duymak ve ağrı(mak) daha ön plânda. Sizce
böyle mi?
Tam böyle mi
bilemiyorum. Ama hepsi aynı yere çıkar. Mesele, ne acıdır, ne de yalnızlık.
Şiir, ne acıdan doğar ne de yalnızlıktan. Bu kavramlara veya imgelere
yüklediğimiz anlamlardır esas olan. Acı, bizatihi sanatın doğuş nesnesi olamaz.
Eğer böyle olsaydı, en büyük acıyı çekenlerin en büyük sanatçılar olması
gerekirdi. Yalnızlık da böyle. Bilâl-i Habeşi'nin acısını her Müslüman bilir.
Çölün sıcak güneşinde kumlar üstüne yatırıldı ve göğsüne ağır bir taş konarak
işkence edildi. Ama biz, Bilal-i Habeşi'nin acısını, göğsüne taş konarak
işkence edilmiş olması hasebiyle değil, o acının gerisindeki asıl gerekçeyi
bildiğimiz için önemseriz. İşte acıyı şiire dahil eden nokta burasıdır. Acıdan,
o acıya anlam katan nedeni kopardığımızda, şiir uzaklaşır. Yalnızlık da böyle,
öfke de böyle, aşk da böyle. Bir durumu ya da duyguyu sanat katına yükselten
bir ıra vardır. Şair, bu ırayı sezer, görür ve duyar.
İlk
kitabınızda, "çoğaltıyor kendini yalnız olmak" derken, son
kitaplarınızda "Gelirken bir yalnızlıkla çarpıştım"
diyorsunuz. Yalnızlık aşılıp geçilmiş bir aşama gibi.
İnsan, zamanla dünyaya
alışıyor. Keşke hiç alışamasak, hep acemi kalsak ve hep şaşırsak. Tecrübesiz
kalmayı becerebilmek güzel şey, asıl şey. Tecrübe, insanın kendine ihanetidir.
Zorunlu bir ihanet. Ateş, insanı tecrübe sahibi olduğu noktalardan yakalayacak
gibi geliyor bana. Tecrübe, hepimizi bir seri katile dönüştürüyor ne yazık ki!
Alışıyoruz, kurtlaşıyoruz ve dünyaya bağlanıyoruz. O mısralardaki farklılığa
böyle bakmak gerekir diye düşünüyorum.
Şehir
hayatı, dış dünya, dış dünya daha doğru, şiirinizde az, hatta çok az. Bunun
sebebi bu dünyaya bir tepki ve karşılığında içe çekilme mi? Yahut, şiir iç
dünya işidir, şeklinde entelektüel bir tercih mi?
Şimdi sen söyleyince
fark ediyorum bunları. Gerçekten durum böyle mi bilemiyorum. Senin dikkatini
çektiğine göre, böyle bir taraf var demek ki! Dış dünya... Şehir hayatı...
Şiiri bir iç mesele olarak
görüyorum; ama bunun bir entelektüel tercih olduğunu sanmıyorum. Bakış açım bu,
demek ki.
Hiçbirimiz, sen de ben
de, poetikadan şiire gitmiyoruz, değil mi? Şiiri yazıyoruz ve sonra
düşünüyoruz. Bir tür keşif süreci yani. Durmadan soruyoruz. Bu dünyada bizi
karşılayan şey nedir? Muhatap olduğumuz, temas hâlinde olduğumuz şey aslında
nedir? Şiirin naif bir tarafı var. Aramakla geçiyor ömrümüz ve somut olan her
şeyin bir yalan olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz. İşin aslı nedir diye
soruyoruz sonra. Şiir, bu ara noktada imdadımıza yetişiyor ya da biz şiirle bu
arada noktada temas kuruyoruz. Gördüğümüz bütün görüntüler, bir soru ve bir
cevap hâlinde mevcut. İster sorudan başla, istersen doğrudan cevabı bul. Her
iki hâlde de, yani soruya başladığımız noktada da, cevabı bulduğumuz noktada da
karşılaşacağımız tek hakikat var: Gördüğümüz her şeyin kaybolduğunu fark
edeceğiz. Yani mesele, soru ya da cevapta. Gerisi aldatıcı bir yığın. Bence
şiir, bahsettiğimiz soru ya da cevabın hemen bitişiğindedir. Veya şiir, bu
sorunun ya da cevabın ateşinden sıçramış bir çıngıdır.
Şu
mısralar örneğin: "kapat kapıları beyaz tut beni," "hayatın
kırmızı ve sıcak tüyü / kırdı kalbimin camını," "çocuklar
tutuyorlar göğü olduğu yerde / çocuklar ki o sonsuz direkler." Siz
şiirinizde dış dünyayı soyutlaştırıyorsunuz. Bu sizin dış dünyadan
bağımsızlaşmanıza yol açıyor. Örneğin, "kavanozda bir balık / üşümüş
gözlerle canlı biraz / yanağı camdan bir çocuk / bir çocuk
sevinçten / atların cıdağısında batan güneş / sararan ay biraz"
mısraları. Dış dünya dönüştürülerek, yok edilerek var kabul ediliyor. Niçin
böyle yapıyorsunuz?
Hayal, gerçek olandan /
görünenden üstün ve önceliklidir ve hakikatli olana daha yakındır. Şiir,
içimizde. Dışarıda bir şey yok. Dışarı veya dış dünya dediğimiz her ne ise, o,
bizim icat ettiğimiz bir şey. Kendimize kurduğumuz bir tür tuzak. Yukarıda
bahsettiğimiz İbn-i Sina'ya ve Heidegger'e ait sözlerden dış dünyayı bizim icat
ettiğimiz sonucu çıkar. Esas olan, bizim hangi hâl içinde bulunuyor
olduğumuzdur. Nasıl algıladığımızdır. Veya eşyanın hakikatinin ne olduğudur.
Peygamberimiz, "Eşyanın hakikatini öğret bana" diye dua ediyor. Demek
ki bir eşya var veya "dış dünya" diyelim, "biçimler âlemi"
diyelim, bir de onun hakikati var. Şiir, bu hakikat noktasından hız alan bir
şeydir. İnsana ait bir şeydir, eşyaya veya dış dünya ait bir şey değil. Böyle
düşünüyorum.
Şiir
dünyanız iki kişiyle dolu: Ben ve sen. Bu durumda anlam dünyanızın aşk olması
kaçınılmaz.
Ne mutlu bana! Umarım
öyledir. Geleneksel olanla bağ kurmuşum demektir. Gelenek, eski olan değil,
dipdiri kalandır. Aşk gibi, hakikat gibi.
Teknik
olarak kısa şiirden yanasınız. Bu örneğin lirizm dolayısıyla teknik bir
zorunluluk mu? Kısa şiir bağlamında Bugün Konuştuklarımız kitabı bu
tercihi iyice ilerletiyor: Bazı şiirler kendi içinde iki mısralık şiirler
şeklinde bağımsız yapılar üretiyor. Şiir serüveninizi gözettiğimizde sondan bir
önceki bu kitapla kısa şiir iyice kristalleşmiş gibi.
Ben uzun şiir yazamam.
Bunun pek az örneği vardır. Aynı şekilde uzun yazı da yazamam. Yazılarım da,
dikkat ederseniz, üç beş sayfayı hiç geçmez. Sözü uzatmayı sevmiyorum galiba.
Kısa şiirler yazmış olmam bir teknik gerekçeye dayanmıyor, diye düşünüyorum.
Kısa yazayım, uzun yazayım diye bir düşünceyle başlıyor değilim şiire.
Başlıyorum ve bitmesi gereken yerde şiir bitiyor. Demek ki o kadarı yetiyor.
Bilemiyorum...
Son
kitabınız Güneşin Ayak İzini Takip Et'te hem uzun şiire, hem dış dünyaya
açılıyorsunuz. Mavi Marmara gemisi bile var bu kitapta. Uzun şiirle dış dünya
koşutluğu kurabilir miyiz sizce? Şiiriniz bağlamında bu ayrımın veya aşamanın
anlamı nedir?
Bu kitapta yer alan
şiirler, yeni şiirler değil. Ya da şöyle söyleyeyim: Bu şiirler yeni yazılmış
değil. Meselâ bir önceki kitabım Bugün
Konuştuklarımız'daki şiirlerin çoğu bu son kitaptaki şiirlerden sonra
yazılmış şiirlerdir. Dolayısıyla bu son kitabı bir aşama olarak görmüyorum ben.
Belki, bir iç zorunluluk olarak farklı deneyişlerin ürünleridir diyebilirim.
Ben bir şairin yeni deneyişlere girmesini, kendi şiirini ve şairlik tutumunu
sınama girişimi olarak görürüm ve önemserim. Kendimizle de karşılaşmanın yollarını
aramamız gerekir.
İlk
söyleşilerinizde az yazdığınızdan bahsediyorsunuz. Beşinci kitabına ulaşmış bir
şair olarak hâlâ az yazdığınız kanısında mısınız?
Çok yazdığımı söyleyemem
gene de. Kitap sayısı olarak çok gibi görünebilir; ama hepsi ince ince kitaplar
ve şiirlerim de sayı olarak çok değil. Düşünsene, ilk üç kitabımın toplu basımı
olan Az Önce topu topu 112 sayfa. Az
yazıyorum, evet. Ve bu azlık bundan sonra da pek değişmeyecek. Elimde bir aşk
şiirleri dosyası var. Birkaç şiir daha yazabilirsem kitaplaştıracağım ve bu
kitap muhtemelen benim son şiir kitabım olacak.
Yıllık
çalışmalarınızdan hareketle sormak istiyorum: Bence Türk şiiri çok zengin bir
şiir. Okumakla, yazmakla, tartışmakla bitmeyecek bir şiir. Dünyanın en kuvvetli
şiirlerinden birisi. Büyük fotoğraf buyken günümüz şiirini yakından takip eden
birisi olarak bugünkü durumu nasıl görüyorsunuz? Sizce günümüz edebiyat ortamı
Türk şiirinin farkında mı?
Güçlü bir şiir mirasına
sahip olduğumuz doğru. Yazılmakta olan şiirler içinde de diri bir damar
olduğunu kabul etmek gerekiyor. Yolumuzu çizecek olan / çizmesi gereken damar
olarak görüyorum onu. Ne ki kâhir ekseriyetle lirik damarı, aşk coşkusunu,
metafizik çağıltıyı bulmakta zorlanan bir şiirin yazılmakta olduğunu da ifade
etmeliyim. Şiirimiz, kendi mirasına sahip çıkmaya fazla istekli görünmüyor. Bu
da onu şairler arasındaki bir tür mektuplaşmaya dönüştürüyor. Genç kuşak hâlâ
İkinci Yeni akımını kendine en büyük miras olarak görüyor ve maalesef Sezai
Karakoç'u da atlayarak yapıyor bunu. Sorun, İkinci Yeni'nin, şiirimizde bir
aşama olarak görülmek yerine, şiirin tek kaynağı olarak görülmesinde. Bu, büyük
bir sıkıntının işaretidir. Ben Sezai Karakoç'un ve Cahit Zarifoğlu'nun
anlaşılmaktan çok, yağmalandığını düşünüyorum. Bu durum, her yönüyle, çok
acımasızca bir şey.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder