Aralık, 2014 |
5 Aralık 2014 Cuma
17 Kasım 2014 Pazartesi
YENİ YAYINIMIZ : Yüzdeki leke
"Ahlaksızlık üzere 'daim olmak' bir cesaret ve donanım işidir.
Ahlaksız, kendi ilkelerini ve felsefesini de oluşturur. Marquis De Sade, bunun
en tipik örneklerinden biridir. Ahlaksız, ahlaksızlığın ilkelerinden taviz
vermez ve vur-kaç taktiği de uygulamaz. Onu, kendi ilkeleri ve donanımı
çerçevesinde tekin ve cesur olarak buluruz. Bu cesaretin en temel göstergesi,
kendini gizleme gereği duymamasıdır. Ahlaksız korkak değildir. Korkak, gerçek
anlamda ahlaksız olamaz. Korkağın mizacı, sinik bir mizaçtır ve kendini
gerçekleştirmesine asla izin vermez. Korkunun gerçek muhatabı kahramanlardır.
Sadece kahramanlara rastladığında gerçek yurduna kavuşmuş sayılır. Korkak,
korkunun nesnesi değil, korkulacak olanın muhatabı da değil, kendi kişiliğine
ulaşamamış olmanın yoksunluğunu çeken bir muzdariptir."
(EDEBİYAT ORTAMI YAYINLARI, KASIM, 2014, 112 sh.)
(EDEBİYAT ORTAMI YAYINLARI, KASIM, 2014, 112 sh.)
23 Ekim 2014 Perşembe
MÜBÂLAĞA / Mustafa Aydoğan
Ünlü gezginimiz Evliya Çelebi'nin bir mübâlağa (abartı) ustası olduğunu bilmeyen yoktur. Olayları bazen öylesine abartır ki, bizi gülümsetir. Mübâlağanın (abartının) nihai sınırlarını zorladığı duygusuna kapılır, "bu kadarı da fazla" diyecek oluruz. Ne ki, mübâlağa, bir sanattır ve sanıldığı gibi kolay becerilebilir bir tür değildir. Bir olayı mübâlağa suyuna batırmak yetenek ister. Zeka ister. Bilgi ve dikkat ister. Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi, bir irfan adamının dünyanın hallerine ilişkin ironik bakışını yansıtan ifadelerle doludur. Evliya Çelebi, abarttığı noktadan bir sonuca ulaşıyor değildir; vardığı bir sonuçtan, ulaştığı bir kanaatten insanın insafsız ciddiyetini iğneliyordur.
Mübâlağa sanatı, bütün dünyada bilinen bir sanat olmakla birlikte, benim kanaatime göre özellikle Doğulu toplumlara hastır ve bizim kadim sanatımızda da fazlasıyla yer almıştır. Mesela minyatür, bir tür mübâlağa sanatıdır ve boyutlara ilişkin dikkatimize yeni bir bakış açısı getirir. Boyutların küçük evrenlerine eğlenceli bir gezintiye davet eder. Minyatür sanatında, basit evrenden kadim evrene doğru küçültülmüş boyutlardan bir geçiş aralığı açılır.
Türk-İslam
toplumları mübâlağayı hayatın bir parçası olarak gördüler ve yeri geldiği her
an ona müracaat etmekten çekinmediler. Bizim sokağımızın dili, mübâlağanın
dilidir. Bugün belki çok bariz bir şekilde bu dili sokakta göremiyoruz ama
sanırım bundan yüzelli-ikiyüzyıl önceki sokaklarımız bugünkünden daha fazla mübâlağaya
yatkındı ve toplumun eklemlerini daha işlek ve kıvrak yapıyordu. Bugünün
sokağının dili fazla ciddi ya da fazla ciddiyetsiz. Mübâlağayı, abartı sınırını
ne kadar zorlarsa zorlasın, ciddiyetsiz bir form olarak göremeyiz Belki de
gereksiz ciddiyete bir tür müdahaledir. Mübâlağa, sıkıntılı toplumların değil,
rahat ve oturmuş toplumların dilidir. Bu açıdan baktığımızda bile, Evliya
Çelebi'nin yaşadığı dönemin, rahat ve oturmuş bir dönem olduğunu söyleyebiliriz.
Divan
edebiyatına "mübâlağa edebiyatı" desek yeridir. Mübâlağa sanatını
kullanarak hakikat parıltılardan imgeler ve imajlar yaratmıştır.
Masallar da
öyledir. Mübâlağa üzerinden insanlık macerasına açılımlar getirir. Dede Korkut, tipik bir mübâlağa
örneğidir. 'Tepe Göz' tipini hayal etmiş bir zihin dünyası, ancak mübâlağa ile
sağlıklı bir ilişki kurarak bu sonucu elde etmiş olabilir.
Ünlü Rus yazar Mihail Bahtin'in Rabelais ve Dünyası adlı eseri, Fransız
yazar François
Rabelais'nin (1483-1553) Gargantua ve
Pantagruel adlı eseri üzerinden gülmenin felsefesini yapar. Karnavelesk
kavramı üzerinden Batılı toplumların mübâlağa ile olan ilişkilerini irdeler.
Günümüzün bilim-kurgu filmlerini de yine mübâlağa
sanatının örnekleri olarak sayabiliriz.
Benim düşünceme göre I. Dünya Savaşı, bizim, mübâlağayı
mutlak anlamda kaybettiğimiz savaştır. Bu savaşta almış olduğumuz mağlubiyetin
en acı sonuçlarından biri budur. Modern Batı sanatının dayandığı
"gerçeklik", mübâlağanın yerine geçti. Zamanla sanatımız da,
edebiyatımız da mübâlağayı unuttu. Mübâlağanın kaybı ise, bizi gereksiz
ciddiyete ve kasıntıya sürükledi. Bundan kurtulmamız gerekiyor. Mübâlağayı
yeniden keşfetmemiz ve bu genişlik içinden dünyaya bakmamızda fayda var diye
düşünüyorum.
Mübâlağa, zekanın ve medeniyetin dilidir.
Evliya Çelebi'nin ruhu şad olsun.
23.10.2014
11 Ekim 2014 Cumartesi
2 Ekim 2014 Perşembe
ŞİİR, ACI VE ALAEDDİN ÖZDENÖREN
Alaeddin
Özdenören'in derin ve karmaşık acılar yaşadığını anlamak için fazla bir
araştırma yapmamıza gerek yoktur. Daha ilk adımda, ilk belgede, onun macerası
içindeki acılar yumağını görmemiz işten bile değildir. Ne var ki, bir şairi
şair yapan temel husus, başkalarından daha derin ya da daha çok acı çekmiş
olması değildir. Acı, sadece şairlere değil herkese armağan edilmiştir. Büyük
sanat eserlerinin büyük acılardan doğduğunu söylemek beylik bir ifadedir.
Sanatçı, daha derin acılar çektiği için değil, acıya dair her durumun bilgisine
ve sezgisine idrak kapıları açık olduğu; hatta her türlü insani duruma yüksek
bir bilinç noktasından bakabildiği ve bunu ifade edebildiği için sanatçıdır.
Sanatçı, acıya da, sevince de; mutluluğa da mutsuzluğa da; hicrana da kavuşmaya
da; ölüme de yaşamaya da, arada bir mesafe olmaksızın dokunur ve bu durumlarla
insan arasındaki kader bağını keşfeder. Sanat, acıyı gidermez; acıyı acı olarak
açığa çıkarır, ortalık yere seriverir. Sanatçının eylemi, gerçeği keşfedip
ortaya çıkarmaktır. O, çıplak gerçekle temastan çekinmez. Sanatçıyı büyük ve
benzersiz kılan da bu özelliğidir.
27 Eylül 2014 Cumartesi
YENİ TÜRKİYE'NİN TERCİHİ NE OLACAK: GÜÇ MÜ? İRFAN MI? / M.A.
Güçlü olmak
isteriz. Kişi olarak da millet olarak da. Kaybetmeyi değil kazanmayı arzu
ederiz. Sözümüzün dinlenmesini isteriz. Saygı duyulmak isteriz. Başkalarından
daha fazla imkana sahip olmak için uğraşırız. Peki, nedir gücün kaynağı?
Elbette ki siyaseten ve idari olarak tasarruf imkanına sahip olabilmektir.
Güçlü olmanın en emin ve sağlam yolunun siyasi başarı ve idari tasarruf
olduğunu düşünürüz ve böyle inanırız. Bu düşüncede esas olarak bir yanlışlık da
yoktur. Yani, güçlü olmayı esas aldığımızda siyasetin imkanlarını kullanmaktan
başka şansımız yoktur. Siyaset ise idare etme tasarrufuna sahip olmanın biricik yoludur.
Burada
sorulması gereken soru şudur: Güç nedir? Gerçekte ihtiyacımız olan ilk şey güç
müdür? Ya da güç, sorunları çözmede ve insana ulaşmada esas unsur mudur?
Güç, mahiyeti
itibariyle kendi kendini beslemek mecburiyetinde olan bir olgudur. Bu besleme
daha fazla güce sahip olmak için olabileceği gibi mevcut durumu korumak için de
olabilir. Her iki halde de gücün kendi kendini beslemek zorunluluğu vardır. Bu beslemeyi
diğer güçlerden yardım alarak yerine getirir. Yani gücün kaynağı aslında başka
güç merkezleridir. Çünkü gücü bir kere elde etmiş olmak sorunu çözmez. Esas
olan durum, güçlü olma halinin devamlılığını sağlayabilmektir. Güçlü olmaktan
anlaşılan şey de budur; güce devamlı olma kabiliyeti kazandırabilmek. Bu da
güçlüyü bir güçler ağı kurmaya mecbur edecektir. Güçler ağı kuracak ki elindeki
gücü sürekli besleyebileceği kaynaklar olsun. Bu durumda, gücü korumak için güçler
ağını da korumak zorunluluğu ortaya çıkaracaktır. Bu zorunluluğun sonsuza kadar
süreceğini de kabul etmemiz gerekir. Çünkü meydana gelecek basit bir güç
kesintisi ya da ağda meydana gelecek küçük bir aksama gücün büsbütün elde
çıkmasına ve rakiplere transfer olmasına yol açabilir. Bu nedenle, güçlünün
gücünü devam ettirebilmesi sürekli güç takviyesi yapabilme yeteneğine ve
imkanına bağlıdır. Peki, gücü korumak için başka güçlerden (ikincil ya da
üçüncül güçlerden) yardım talep etme zorunluluğu acaba, güçlü için bir handikaba
dönüşemez mi?
18 Eylül 2014 Perşembe
AŞK, ASALETLİ OLANI SEÇER / M.A.
Fuzuli'nin Leyla ile Mecnun mesnevisi, bir aşk
mesnevisidir. Aşkı ve âşığı, semboller üzerinden anlatır. Aşkın varlık
üzerindeki etkilerini, âşığın haller abidesi olarak hangi maceralara mecbur ve
muhtaç olduğunu, yaratıcının aşk aracılığıyla murat ettiği süreci ve sonucu ima
etmeye çalışır.
Leyla ile Mecnun mesnevisinin
dibacesinde (önsöz) yapılan açıklamadan anlıyoruz ki bu mesnevi, manevi bir
çığlıktır. Şöyle diyor Fuzuli: "(Ey
Tanrı), hakikat arzusu ile, mecaz yolunu tutup da, hikaye söylemek bahanesiyle
sırları açıklasam… Leylâ vasıtasıyla senin sıfatlarını söylemeye başlasam ve
Mecnun’un dili ile sana olan ihtiyacımı ortaya koyup yalvarsam…"
Leyla ile Mecnun
mesnevisi Fuzuli'nin bu duasının kabul edildiğini gösteriyor. Tarihler boyunca
insanlığı derinden etkilemiş olan bu mesnevi bu duanın kabul edildiğinin en
büyük delilidir.
Duanın
kabulü iki temel üzerinde gerçekleşiyor. Birincisi Manevi temeldir ki bunu
önceki yazımızda açıkladık. Diğeri de fiziki temeldir. Mesnevinin, aşk ve
hakikat ilişkisini anlatırken fiziki şartları gözetme durumu ve bunun hakikatle
ilişkisinin kurulma biçimi dikkate değerdir.
15 Eylül 2014 Pazartesi
YAR SENSİN / Fakiye Teyran
Beni
öldüren tek sensin
Elsiz
ayaksız bırakan da sensin
Gazapla
okuyan benim
Bileği
kelepçeli benim
Güzel
âşık da benim
Yüreği
yaralı sensin
Kadehin
camı sensin
Evin
güzeli sensin
En
yüksek nimet sensin
Hayallerdeki
yar benim
Tutan
ve azad eden sensin
Daim
inleyen benim
Acılarla
kıvranan benim
Her
gün mezardaki benim
Hayali
yar benim
Bu
halden uzak benim
Bu
dünyanın azizi sensin
Çeşmelerin
başında olan sensin
Gözlerin
nuru sensin
Kalplerin
sevgilisi sensin
Nurun
aşığı benim
Mezarda
olan benim
Kaynayıp
taşan benim
Huzursuz
olan benim
Feqiyê Teyran benim
Kürtçeden çeviren: Zeki Sayılır
11 Eylül 2014 Perşembe
AŞK VE HAKİKAT / M.A.
Fuzuli'nin
şiirleri, Türk-İslam tarihinin mihenk taşıdır adeta. Bir temsildir, semboldür.
İçlidir, zariftir, liriktir. Yüzyıllar öteden bugüne aşkı fısıldar, zihni
diriltir, kalplere ferahlık verir. O günden bu bugüne, binlerce şiir
yazılmıştır, onbinlerce şair yaşamıştır ama biz sadece onu ve onunla birlikte
bir kaç kişiyi biliriz. Bunun bir nedeni olmalı. Fuzuli'yi o günlerden bu
günlere taşıyan bir başkalık olmalı, bir ayırıcı özellik olmalı.
Fuzuli'nin
Leyla ile Mecnun'unu okuyan herkes bu iki kahramanın hayat ve hakikat
tasavvurlarının diğer insanların bir çoğundan farklı olduğunu görmekte
gecikmez. Leyla, bir insan portresinden çok bir Meryem portresine yakın durur.
Saf ve tertemiz. Berrak ve dingin. Derin ve özgüvenli. Açık ve anlamları yerli
yerine koyucu. Bu dünyaya, benzersiz bir oğul getirmekle ödevli ve mutmain. Her
türlü kötülüğü üzerine çekmeye mecbur bırakılmış olmasına rağmen, kendi
yalınlığından ve aşkınlığından emin.
Mecnun'un
durumu Leyla'dan farklıdır. Leyla, başında da Leyla'dır, sonunda da Leyla.
Leyla'nın Leyla'lığı bir sürece bağlı olmaksızın kendiliğinden mevcuttur.
Mecnun ise dünyaya bir "Kays" olarak gelir. "Kays", insan
olmanın asgari şartlarını uhdesinde bulundurma halidir. Çıplak beşeri hal de
diyebiliriz. Zamanla, değişir-dönüşür ve yetkin halini bulur. Bu yetkin hali
bulma, bir arayış süreci sonunda gerçekleşir. Mecnun, "arama" halini
simgeler. Arar ama bulması muhaldir. Nitekim, mesnevinin sonunda bir
buluşma-kavuşma gerçekleşmez. Bu sonuç, Mecnun'un Mecnunluğunun ortaya koyduğu,
mecbur bıraktığı bir sonuçtur. Yani, sonuç olarak kavuşamama durumunun
müsebbibi Mecnun'dur. Leyla'nın sonuca doğrudan etkisi yoktur; Leyla bizatihi
bu sonucun kurucusu olandır. Yani Leyla, "ayrılığın kaçınılmaz bir sonuç
olarak mevcut olmasını bile isteye tanzim eden, hatta ayrılığa ruh ve can
veren" durumlardır. O, Mecnun'un bu şartlar altında, yani kendisinin
(Leyla'nın) bizatihi tanzim ettiği, varlığına ruh ve can üflediği ve aslında
bütünüyle kavuşamamanın şartlarıyla oluşmuş olan "arama" sürecinde Mecnun'un
nasıl bir tavır sergileyeceğini, hadiseleri nasıl göreceğini ve nasıl
değerlendireceğini biraz da muzipçe izlemekle meşguldür.
4 Eylül 2014 Perşembe
BİR EDEBİYAT DERGİSİ ASLINDA NE DEMEKTİR? /M.A.
Türkiye'de
çok sayıda edebiyat dergisi çıkıyor. 5 yıldır sürdürdüğüm Edebiyat Ortamı Şiir
Yıllığı'nı hazırlarken, yıllığa şiirler ve poetik metinler seçmek için yüzlerce
dergiyi izledim. Şiirin ve edebi düşüncenin en canlı mekanlarıdır dergiler.
İnternet/sosyal medya, her ne kadar insana en hızlı ulaşan bilgi ağı, gençliğin
ilgi alanları içerisinde en gözdesi gibi görünse de dergilerdeki yazar ve şair kadrosunun
çoğunun gençlerden oluştuğu da bir gerçek. Genç zihinler, ürünlerini
yayınlamak, yeteneklerini ve heyecanlarını görünür kılmak için edebiyat
dergilerinden uzak duramıyorlar. İnternete rağmen, sosyal medyaya rağmen... Sosyal
medyanın, geleceğin yazı ve düşünce dünyasına nasıl bir şekil vereceğini, sanal
ortamın basılı yayınları nasıl etkileyeceğini bilemiyoruz ama bugün, bir
kaygıya ve derde sahip, edebiyatın ve şiirin insanın varoluş serüveni
içerisindeki yerinin önemli olduğunu düşünen insanlar basılı yayınlardan vazgeçemiyorlar.
Sahiciliği dergilerde buluyorlar. İnternette yayınlanan şiirlerin bir
"değer"e sahip olmadığını düşünüyorlar. İyi şiir elbette her yerde
iyidir, değerli düşünce her yerde değerlidir ama genç yazar ve şair basılı
yayınlara daha bir önem veriyor, orayı daha bir ciddiye alıyor nedense. Buradan
da şunu anlıyoruz ki sanal ortamın ayartıcı cazibesine rağmen henüz basılı
yayınların iktidarı devam ediyor.
Edebiyat
dergileri önemlidir, çünkü edebiyat önemlidir.
1 Eylül 2014 Pazartesi
SİYASET VE SANAT İLİŞKİSİNDE DEĞİŞEN BİR ŞEY VAR MI?/ M.A
Sanat derken neyi kastettiğimizi
anlatalım önce. Şiir, Mimari, Resim, Müzik, Edebiyat, Tiyatro vs. Bunların
tamamı, ilim ve irfan sahibi sanatçıların hayatlarını uğruna feda ettikleri, kafa
patlattıkları, bir ilham anını yakalamak için fikretme ve okuma serüveni içinde
zihni ve kalbi sıkıntılarla boğuştukları, dikkat damarlarının ucunu ateşle
yaktıkları uzun ve acı dolu zamanlar sonucunda meydana gelmektedir. Burada bir
kişisel acıdan bahsettiğimiz sanılmasın. Mesele bir kişinin acı çekmiş olması
meselesi değil. Bir kişinin sanat uğruna verdiği şahsi bir sıkıntıdan
bahsetmiyoruz. Bir gezegenin insanlığı aydınlatmak için sürekli yanışından ve
kendi ateşini kendi öz varlığından alarak parlayış ve aydınlatışından
bahsediyoruz. Sanatçı, toplumun bütün nüveleriyle bir kişide simgeleşerek
şahsiyet kazanmış halidir. Daha da ileri giderek diyebiliriz ki sanatçı, hakikatin
bir şahsiyet halinde tezahür etmiş portresidir. Buradan bakarak anlamaya çalıştığımızda
belki de sanatçının kimliğine ilişkin sağlam bir yoruma ulaşmış oluruz. O, her
büyük ve değerli hadise gibi o hadiseye muhatap olan insanlara bir lütuf, bir
merhamet, bir diriliş kanalıdır. Büyük sanat, bir irfan manivelasıdır. Büyük
sanatçı da bu manivelanın döndürücüsü. Ruhumuza takılmış bu manivela, bize
kendi gerçek portremizi gösterecek güçten pay almıştır.
Gerçek sanatçı, kimsenin yanında
ya da uzağında değildir. O hep yanı başımızda, o hep ilham anına odaklanmış
olduğu için bazen bizi umursamaz durumda, o hep istemelerden ve almalardan
ötede, boğulacak kadar yalnız, herkesin ruhuna bir ferahlık katmak için insanla
ve insanlıkla meşgul.
12 Haziran 2014 Perşembe
YUNUS EMRE, AŞK VE HİKMET/ M.A.
İşidin ey
yârenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan
gönül misal-i taşa benzer
Taş gönülde
ne biter dilinde ağu tüter
Nice yumuşak
söylese sözü savaşa benzer
Ol sultan
kapusunda ol hazret tapusunda
Âşıkların
yıldızı her dem çavuşa benzer
Aynı hırs ol
olmuşdur nefsine ol kalmışdır
Kendüye
düşmân olmuş yavuz yoldaşa benzer
Aşkdır kudret
körüğü kaynadır âşıkları
Nice kapdan
geçirir andan gümüşe benzer
Âşık gönlü
dölenmez mâşûkın bulmayınca
Karârı yok
dünyâda pervâzı kuşa benzer
Münkir sözünü
bilmez sözü ileri varmaz
Neye teşbîh
edersin anlanmaz düşe benzer
Geç Yûnus
endîşeden ne gerek bu pîşeden
Ere aşk gerek
önden andan dervîşe benzer
Yunus Emre, 13. yüzyılda
yaşamış. Mevlânâ Celaleddin Rûmi'nin çağdaşı. Selçuklu Devletinin mirasçısı.
Osmanlı Devletinin habercisi. Bir karmaşa ve kargaşa döneminin ulu sesi. İç
mimar. İslam milletinin iç dünyasına seslenecek bir megafon aralığı bulmanın
zorunlu olduğu, geniş millet gövdesinin yara almaya başladığı bir zamanda insanın
ruhuna dokunacak tınıyı bulmaya çalışmış. Bu arayış, zihinsel bir arayış
olmaktan çok yüzlerce yıl ileriye seslenecek bir gönül yolu arayışıdır. Elbette
bir plan ve program çerçevesinde olmamış bu. Yunus Emre'nin yapılışı ve
dirilişi şeklinde gerçekleşmiş. Bir insanı dirilten nasıl ki bütün insanlığı
diriltirse, kendi nefsini düzelten de bir sembol halinde bütün insanlığı
düzeltir ve onarır.
Yunus Emre'nin kendi
beşeriyetini yapış ve onarış aracı olarak gördüğü ya da bulduğu şeyi ifade
edecek tek kelime "aşk"tır diyebiliriz. Bunu, şiirlerini okuduğumuzda
çok berrak bir şekilde görüyoruz. Bazı yönleriyle efsaneleşmiş olan hayat
öyküsü de bize onun "ete kemiğe bürünüp yunus diye göründüğünü" anlatmaktadır. İşte bu görüntüyü inşa eden
ruh iklimi aşk iklimidir. Bu iklim, insanın kendini taşıyabileceği en yüksek
merdiven basamağıdır. Aşk, insanın macerasını asli hüviyetine kavuşturacak ve
onu kemale erdirecek nihai idrak noktasıdır.
23 Mart 2014 Pazar
SUAVİ KEMAL YAZGIÇ - YAZMA SEVİNCİ
İki şiir arasında susmayan bir şair Mustafa Aydoğan. Ancak
yazıları şiirlerinin bir izahatnamesi değil. Aydoğan şiir yazma ile aynı saiklerle
denemeler kaleme alıyor. Sevinç kelimesi burada önemli. Aydoğan şiiri bir iftar sevincine benzetiyor. “Şiir,
acıdan doğmaz, inanıştan doğar.” diyen bir şaire de bu benzetme uygundur zaten.
İyi şiirin okurla buluşmasını şairi için de okuru için de bir iftar gibi
anlatır. Bir şiirin yazılmasıyla okunması esnasında var kılınan özel bir
iletişimin, elektriğin ürünü olduğunu öğreniriz ondan.
Yazma Sevinci’nde yer alan yazılar altı bölümde öbeklenmiş.
Poetik Sevinç, Sanatın Boyutları, Sanatçının Tutumu, Dergi, Şair ve Şiiri ve
Söyleşiler üst başlıklarında yer alıyor bu bölümler ve isminden de anlaşılacağı
üzere Mustafa Aydoğan ile yapılan söyleşilerden yapılmış bir seçmenin yer
aldığı son bölüm haricindeki yazılarda Aydoğan’ın şiire, şaire ve genel olarak
sanata ilişkin fikri mesaisini takip ediyoruz.
5 Mart 2014 Çarşamba
ŞAİRİN YAZMA SEVİNCİ / Turan Karataş
TURAN KARATAŞ
5 Mart 2014
Şair Mustafa Aydoğan’ın çeşitli dergilerde ve kitap eklerinde yayımlanan denemeleri Yazma Sevinci adıyla kitaplaştı. Altı bölümde bir araya getirilen yazıların odağında şiir ve şairler var. Kitabın sonuna ise şairle yapılan dört söyleşi eklenmiş.
Yaklaşık yirmi yıldır tanıdığım Mustafa Aydoğan, hayat tasavvurunun mühim bir yerine sanatı, daha özelde şiiri koymuştur. Kendi ifadesini ödünç alarak, yaşamak onun için “şiirsel bir üslup ve varoluş biçimidir” dersem, abartmış olmam. O okur, yazar ve yaşar. Altı yıldır, neredeyse tek başına çıkardığı Edebiyat Ortamı dergisi, dört senedir hazırladığı şiir yıllıkları söz konusu yaşama tasavvurunun bir gereğidir. Yeridir, söyleyeyim: Mustafa Aydoğan, Edebiyat Ortamı şiir yıllıklarıyla, farklı zihinlerin, beğenilerin, ideolojilerin şiir kamusuna; hakkaniyetli, liyakatli ve iyi niyetli bir tutumun nasıl olabileceğini gösterdi.
5 Mart 2014
Şair Mustafa Aydoğan’ın çeşitli dergilerde ve kitap eklerinde yayımlanan denemeleri Yazma Sevinci adıyla kitaplaştı. Altı bölümde bir araya getirilen yazıların odağında şiir ve şairler var. Kitabın sonuna ise şairle yapılan dört söyleşi eklenmiş.
Yaklaşık yirmi yıldır tanıdığım Mustafa Aydoğan, hayat tasavvurunun mühim bir yerine sanatı, daha özelde şiiri koymuştur. Kendi ifadesini ödünç alarak, yaşamak onun için “şiirsel bir üslup ve varoluş biçimidir” dersem, abartmış olmam. O okur, yazar ve yaşar. Altı yıldır, neredeyse tek başına çıkardığı Edebiyat Ortamı dergisi, dört senedir hazırladığı şiir yıllıkları söz konusu yaşama tasavvurunun bir gereğidir. Yeridir, söyleyeyim: Mustafa Aydoğan, Edebiyat Ortamı şiir yıllıklarıyla, farklı zihinlerin, beğenilerin, ideolojilerin şiir kamusuna; hakkaniyetli, liyakatli ve iyi niyetli bir tutumun nasıl olabileceğini gösterdi.
1 Mart 2014 Cumartesi
"YAZMA SEVİNCİ" ÜZERİNE SÖYLEŞİ (Star Gazetesi)
Söyleşiyi Yapan: Mehmet Hakan Kekeç
Şairsiniz
ama eleştiriler de kaleme alıyorsunuz... Türkiye'de okuyucunun 'eleştiriye'
bakışı nasıl? Türkiye'deki 'eleştirmen-okuyucu' ilişkisini hakkında neler
söyleyebilirsiniz?
Şiir üzerine düşünme ile insan ve varlık
üzerine düşünme arasında aslında bir fark görmüyorum. Şiir, kendimizi kavrama
noktasında bir takım işlevleri olan bir sanattır. Dolayısıyla, şiirin mahiyeti
hakkında düşünmeden bir yere varmak pek mümkün değildir. Şiir yazmak kadar
şiirin işlevi ve üzerimizdeki hakkı konusunda dile getirilmesi gerektiğini
düşündüğüm hususlarda yıllarca kafa yordum ve sonunda bunları iki kapak arasına
aldım. Adına da Yazma Sevinci dedim.
Bu sevinç, sadece yazan için değil, okuyan için de geçerli. Belki de daha çok
okur için söz konusudur. Çünkü şiir şairde 'acı" halindedir. Okur ise bu
acıyı 'sevinç' olarak hisseder.
Şiir eleştirisi, tabiatı itibariyle daha
çok diğer şairleri ya da şiir üzerine düşünecek olanları hedef alır. Şiir üzerine
düşünmek isteyen kişi derdi olan kişidir. Bu derde sahip olanların şiir
eleştirisi ile bir alıp-vereceği olur. Bu kitapta yer alan yazılar ve
eleştiriler, bu dert sahipleriyle küçük bir dertleşme arzusudur, diyebiliriz.
"Her
medeniyetin şiirler kurduğu ilişki kendine özgüdür..."
diyorsunuz: Batı'da filozof ile şair arasındaki ilişki 'hayranlık'
ekseninde oluşuyorken; Doğu'da alimle şair arasında bir özdeşlik söz konusu...
Mevlana ile Yunus Emre'yi buna örnek gösteriyorsunuz... Bugün peki 'alimle şairin
yekvucud' olmasına kimi/kimleri örnek gösterebiliriz?
YAZMA SEVİNCİ / İsmail Kıllıoğlu
İnsanın duyma ve düşünme etkinliğinin bir göstergesi sayılabilecek olan “yazma”
eylemi, konuşma, hareket etmeye göre sıkıntılı, hatta zor nitelikte
değerlendirilir. Duyma ve düşünme etkinliği doğamızın, fıtratımızın bir
gereğidir ve irademize bağlı değildir. Yani insan duyma, düşünme hassasını,
yetisini, mesela ortadan kaldıramaz, belli bir süreliğine durduramaz. Fakat
iradesini kullanarak, bu hassalarından yararlanabilir, onlardan birtakım
ürünler elde edebilir. Elbet elde edilen ürünlerin nitelikleri farklılık
gösterebilir. İyi, güzel ve doğru olabilecekleri gibi kötü, çirkin ve yanlış da
olabilirler.
Mustafa Aydoğan, duyma ve düşünmeyle bağlantılı sayılan yazma eylemine olumlu bir yaklaşım içinde “sevinç” olarak bakmaktadır: “Yazma Sevinci”. Demek istiyor ki, insan duygu ve düşüncelerini yazıya dökmek suretiyle yaratılış gereğini hoşnutluğa, mutluluğa dönüştürebilir, bilmelidir. Kuşkusuz yazma eylemi, bir sorumluluktur, ama bu sorumluluğu yerine getirme, gereğine göre davranma bir “sevinç”, bir mutluluktur. İnanmış bir kimse, sorumluluk yükleyen birtakım ibadetleri yerine getirirken bunu şeklen yapabileceği gibi, şükrü çağrıştırıcı biçimde de yapabilir. Aydoğan, bir anlamda yazma eylemini inanmışlık duyarlığı temelinde bir tür mutluluk olarak algılıyor.
ŞİİR, ŞAİR, DERGİLER VE 2013
Edebiyat Ortamı Şiir Yıllığı, 5 yıldır düzenli bir şekilde okura ulaştırıldı. Her yılın Mart ayının 1’inde Edebiyat Ortamı dergisinin eki olarak okurun karşısına çıktı. İlgi gördü, sevildi.
Şiir yıllığı hazırlamak, hem güç hem de insaflı olmayı gerektiren bir iş. Bu iki hususta da okuru ikna etme noktasında başarılı olduğumuzu düşünüyorum. 5 yıllık süreçte kırılanlar olmuş olabilir ama “seçme” eyleminin olduğu her durumda kırılmalar ve kırmalar maalesef kaçınılmaz bir sonuç olarak bize kendini dayatıyor. Haksızlık yapıldığını düşünenlerin böyle düşünmemelerini arzu ederim.
*
Bu yıl şiir seçiminde farklı bir yöntem uyguladığımı söyleyebilirim. Seçtiğim şiirler hakkında bazı arkadaşların fikirlerini aldım ve onların görüşleri yönünde yıllığa girenler olduğu gibi elemeler yaptığım da oldu. İlginç olan şuydu ki düşüncesini aldığım arkadaşların yaşı küçüldükçe seçimlerin ve tercihlerin farklılaştığını gördüm. On yılda bir kuşakların değiştiğine, yeni kuşak oluştuğuna ve her kuşağın tercihinin kendine göre farklılıklar gösterdiğine inanılır ya, işte ben bu inancın gerçekleştiğine nispeten şahit oldum. Mesela bizim kuşağın önemsediğim kimi şairlerinin ('80 ve '90 kuşağına dâhil kimi şairler diye genişletebilirim bunu) genç şairler üzerinde aynı etkiyi yaratmadığını gördüm. Yine de o isimlerden elemeye içimin el vermedikleri oldu. Elbette nihai kararı ben verdim ve sorumluluk tamamıyla bana aittir.
*
8 Ocak 2014 Çarşamba
YAZMA SEVİNCİ
276 sh. Ocak 2014 |
"Felsefenin şiirle ilişkisinde her zaman bir Promete’lik vardır. Felsefi metinlerin çoğu, şiirin ateşini çalmıştır. Hâlbuki şiirin barındırdığı felsefe kendi ışığını kendinden alır. Şair, ateşin yurduna uğramış olmanın izlerini taşır. Bir tarafı yanıktır . Biraz da bu nedenledir ki lirizm, şiirin odağında yer alır. Oysa felsefi metinler lirik olanı bile isteye dışarıda bırakırlar. Filozofun dimağı lirik olana meylettikçe tatsızlaşır ve aklının iktidarına tuzaklar kurmaya başlar."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)