12 Eylül 2012 Çarşamba

PROUST: ÖLÜM İLKESİ /UNAMUNO: YAŞAM İLKESİ/ M. Aydoğan



               1. 
               Marcel Proust’un ‘Okuma Üzerine’ adıyla Türkçeye çevrilen, topu topu 59 sayfalık  kitabının, sadık Proust okurlarını şaşkınlık ve aşinalık arasında tuhaf bir duyguya sürüklediğini sanıyorum.
Tam bir yazma tutkunu olan, Kayıp Zamanın İzinde’n koşan, devasa cümlelerle sayfalar dolduran bu Fransız yazarın 59 sayfalık, incecik bir kitapla kitapçı raflarında yer almasına şaşırdım! Açıkçası, bu kadar küçük ebatlı bir kitap ‘beklemiyordum’ Proust’tan! Öte yandan; yiv gibi önüne gelen her şeyi  delip geçen, öğüten, tatlı bir dinginlik ve zehirli bir derinlikle yine her şeyi apaçık ediveren ama bu apaçıklık içinde her şeyi yeniden gizleyen o plastik diliyle karşılaşmış olmakla, eski bir ‘dostu’ yeniden ‘hatırladım’.
Kitap, adından da anlaşılacağı gibi, okumak üzerine bir ‘anlatı’. Kitabın arka kapağında, içeriğe ilişkin şöyle bir not düşülmüş: “Okuma Üzerine, Marcel Proust’un birey ile kitap arasındaki ilişkiyi ve özgün psikolojik edim olarak okumayı irdelediği, bu edimin kaynaklarına yaptığı yolculuğu içeren bir anlatı.”
‘Anlatı’ ibaresi üzerinde özellikle durmamın sebebi, bir denemeler toplamı bekleyen okurun, kitabı eline aldığında şaşırmaması içindir. Proust, bu kitabında, okumanın ‘önemi’ üzerinde fikirler ileri sürmekten çok, böyle bir eylemin psikolojik backroundunu bir romancı/öykücü üslubu ile dile getiriyor. Okur, okuma eyleminin ‘ne’liği ve ‘nasıl’lığı üzerine bir öykü-felsefe yumağının içine dalıyor.
Proust, kitabın girişine bir not eklemiş: “Floransa Notları’yla Ruskin’e çok büyük keyif vermiş Prenses Madam Alexandra de Caraman-Chimay’a duyduğum derin hayranlığın anısına, Madam’ın hoşuna gittiği için bir araya getirdiğim bu sayfaları saygılarımla adıyorum.”  Bir kitabın yayınlanması için hoş bir neden.
Kitabın 43 üncü sayfasında yer alan şu cümleler ilginç geldi bana: “Edebiyatçı zihninin özgün işleyişi yoktur ve kendini güçlendirebilecek özü kitaplardan nasıl damıtacağını bilmez; derdi bir bütün olarak onların biçimidir, ki bu biçim, onun için, özümlenebilir bir öğe, bir yaşam ilkesi olmak yerine, sadece bir yabancı gövde, bir ölüm ilkesidir. Belirtmem gerekir mi bilmem, bu zevki, kitaplara duyulan bu tür fetişist saygıyı sağlıksız olarak nitelerken…”  Bu cümlelerden az önce ise bir tarihçi ya da bilgin için durumun çok farklı olduğunu söyler.
Edebiyatçının derdinin ‘biçim’ olmasının ve bunun bir ‘ölüm ilkesi’ne dönüşmesinin gerisinde yatan nedenin Proust tarafından fetişizmle damgalanması işi karıştırıyor. Bu damgayla nereye kadar gidilebileceği ve nasıl bir sona ulaşılacağı hususu tuhaf bir soru olarak dikiliyor karşımıza.
‘Biçim’ derdi ve bununla bağlantılı olmak şartıyla ‘ölüm ilkesi’, esas itibarıyla edebiyatçının varoluş nedenleri arasındadır. Başkalarına ait biçimlerin ‘ölüm ilkesi’yle yargılanmadığı durumda kendi özgün biçimine ulaşmasının mümkün olamayacağı gerçeğini her edebiyatçı daha işin başında bilir. Bilmek durumundadır. Bunu elbette Proust da biliyor. Ama burada şu sorun çıkıyor ortaya: Kendi özgün biçime ulaşmak durumunda olan bir edebiyatçı zihninin -başka biçimlere ölüm ilkesini uygulayan bir zihnin- özgün olmadığı tespiti ile baş başa bırakıyor bizi. Özgün olmayan, derdi salt biçim olan, bunu da bir yaşam ilkesi olarak değil ölüm ilkesi olarak fetişist bir boyuta yönlendiren bir zihnin, nasıl olup da şu cümlelerin muhatabı olacak kitaplara imza attığını sorgulamak durumunda kalıyoruz: “Sanatçının olduğu gibi yazarın da nihai çabası, bizi evren karşısında meraksız bırakan çirkinlik ve anlamsızlık perdesini bizim için ancak kısmen aralamaya varır.” Bize kısmen de olsa çirkinlik perdesini aralatan yazarının zihninin ‘özgün olmayışı’ üzerinde düşünmek gerekiyor gerçekten! Ya da Proust’un neden böyle söylediği konusunda…