9 Ekim 2013 Çarşamba

ŞİİR VE BİLGELİK: ALVARLI EFE MUHAMMET LÜTFİ ÖRNEĞİ

SEN SAFÂ GELDİN

Gözlerimin nuru gönlüm sürûru     
Sevdiğim serverim sen safâ geldin    

Ruhumun şahbazı başımın tâcı                   
Kamer-veş dilberim sen safâ geldin

Zarf-ı zerafetim dürr-i rahmetim                
Hidayet şeh-perim sen safâ geldin             

Bezm-i mehabbetde bahr-i rahmetde         
Ey çarh-ı çemberim sen safâ geldin           

Belâgat bağında nûr çerağında
Se'âdet güherim sen safa geldin                 

Cam-ı mey elinde hubb-i Hakk dilde         
LUTFİ'ye güzelim sen safâ geldin

Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir’de şöyle der: “Erzurum Türk tarihine, Türk coğrafyasına 1945 metreden bakar. Şehrin macerası düşünülürse, bu yükseklik daima göz önünde tutulması gereken bir şey olur. Malazgirt Zaferi'nin açtığı gedikten yeni vatana giren cetlerimizin ilk fethettikleri büyük merkezî şehirlerden biridir.” Ve şöyle devam eder: “Osmanlılardan çok evvel asıl şöhretini Kurtuba'da yapan büyük Arap lisancısı Abdullah el-Kali'yi medreselerinde yetiştiren Erzurum'da İslâmî ilim geleneği bu şehri şarkın ön safta merkezlerinden biri yapıyordu.”[1]           
Alvarlı Efe Hazretleri, bu ilim ve irfan geleneğinin önemli simalarından biridir. Erzurum’un karanlık gecelerine meşale olma görevi üstlenmiş bir Allah dostu.

Az önce okuduğumuz şiir, onun yüzlerce şiirinden bir tanesi. Güzel, serinlik verici ve başarılı bir şiir.
Muhabbet ehli insanların üsluplarında yumuşaklık, tatlılık, derinlik ve serinlik vardır. Şiirlerindeki oturmuş mana ve ahenk, okuru zihninden önce kalbinden yakalar. Böylesi kimselerin üsluplarına hâkim olan muhabbet ve aşk, Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin “aşk bahsinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yan yattı” dediği tuhaf bir iklime çekiyor insanı. Bu şiirdeki iç nizam da, şiirin varoluşuna ilişkin sebeplerin bir tür müziğe dönüşmesiyle oluşuyor sanki. Müziğin ve bu müziğe nizam veren, onu derunî kılan iç unsurun, yani makamın da Peygamberi bir makam olduğuna ilişkin kanaatimiz gitgide kuvvetleniyor. Şiir boyunca, içimizde ilahi bir yapının kurulduğunu hissediyoruz. Sevgilinin makamından sesleniyor bize. Bu sevgiliyi ise bir çok form içerisinde tanımlamak mümkün. Herkes kendi gönlüne düşene meyleder ve bütün işaretler bize gönlümüzdeki sevgiliyi tarif eder. Âriflerin sevgilisinin ise kim olduğunu ya da kimler olduğunu biliyoruz. Alvarlı Efe Hazretleri’nin “dürr-i rahmetim” dediği o muhteşem şahsiyet, nadide sevgili ise, muhtemel bütün portreleri gönülden siliyor ve onların yerine rahmet peygamberini yerleştiriyor.
Kadim şiir geleneğimiz içerisinde naatın her zaman ayrı bir yeri olmuş, Hz. Peygamberin nurani varlığına ve hakikatli edasına duyulan derin muhabbet gönül ehli insanları cezp etmiştir. Sezai Karakoç, “şiirin ufku naattır” der. Her şiir, kendi içinde derinleşmek ve bu derinliği sonsuzluğun ışığına ulaştırmak, onunla buluşturmak arzusu duyar. Bu şiirdeki ışık, rahmet ışığıdır. Peygamber meşalesidir. Çünkü hakikatte eşyanın doğal akışı ve istikameti, fizikötesine, ilahî aşkınlığa doğrudur. Bu istikamet, yaratılışın başlangıcı olan “ol” emrini hatırlatan coşku ve rahmet dolu dikkat ve nihaî hakikate odaklanma aralığıdır. Mümin bir dikkat ve ârifane bir duyarlık… İnsanın beşeri nizamı, kendi kendini, bu aşkın neşenin tazyikiyle idrak eder ve ancak bu şekilde gerçek varlığını hissedebilir. Bu neşenin kaynağı ise aşk’tır, muhabbet’tir. Muhyiddin İbn-i Arabi “biz aşktan sudur ettik” derken, İbn-i Sina da, “varlığın temel nedeni aşktır” der. Bundan olsa gerektir ki, aşkla söylenmiş her söz, aşkla yazılmış her şiir, doğası gereği “yaratılışa en uygun”luk içerisinde vücut bulacağından yumuşak, tatlı, etkileyici ve serinlik verici olur.
Alvarlı Efe Hazretlerinin hemen bütün şiirlerinde de bu özellikleri bulmak mümkündür. Özlerine eskimeyen bir ruh üflendiği için, zamanın çürütücü etkisine karşı direnişli ve dayanıklıdırlar. Elbette her yenilik eskir, her söz aşınır, her yaratılan zamanı gelince ölüme/fenâya boyun eğer.  Ne var ki, âriflerin elindeki ip yumağının bir ucu gönüllerine bağlı olduğu için, zaman da onlara boyun eğmek mecburiyetinde kalır. Gönül ise, Allah’ın yurdudur. İnsan, gönlün eline teslim olduğunda, hakikat onun bütün eylemlerine şekil ve nizam verir. Hacı Bayram Veli’nin dediği gibi:

Bakıcak didar görünür
Ol şarın kenâresinde.

Kadim yorumcular, bu mısralardaki ‘şar”a gönül diyorlar. Yani, gönül şehrinin kenarından baktığımızda Allah’ın cemâlini görürüz. Buradaki görme mecazidir. Görenler vardır elbet, ama bu bizim bilgimizi aşıyor.
Bu şiirin yazılma süreci, yukarıda dile getirdiğimiz görüşlerimizi destekliyor. Estetik bir hakikattir ki şiirin toprağı, ilhamın iklimiyle dirilir. İlham, ebedî bahar mevsimidir. Oluş başlar ve her canlı kendi rengine ve formuna doğru yol alır. Kendi doğasının gereklerini azami noktada yerine getirir ve bu da, neşeli, daha doğrusu vecd haline benzer bir görüntüye yol açar. Nasıl ki her mevsim iç mekânımızda aynı etkiyi uyandırmazsa, şiir de kendi vücuduna kavuşmak için uygun ruh iklimlerini bekler ve bu iklime hasret duyar. Şairlerin şiir yazma süreçleri elbette şairane bir haldir ve kendini ancak bir şiir vücuda getirerek tamamlar. Alvarlı Efe hazretlerinin de şiirle kurduğu ilişki, onu şiire götüren hâl, hem şiir/poetika, hem de gönül tarihi açısından kayda değerdir.
Müritlerinden birine soruyorlar: “Efe Hazretleri şiirlerini ne zamanlar yazardı?” Şöyle cevap veriyor: “Derdi ki; “Yazarken bir hal geliyor, o hal gelmeden yüz sopa vursanız bir tane söyleyemem.” O hal gelende bir seferinde karşısındaydım. Baktım, renk veriyor, renk alıyor, halden hale giriyor, iyice terliyor, kızarıyor… O hal geldi mi; “Osman Efendi defterin yanında mı?” diye sorar, Osman Efendi de “Buyur Kurban” der, getirirdi. Sonra ona yazdırırdı.”[2] Mecazî bir söyleyişle, şiir gelmiş kapıyı çalıyor. Randevu verilmiş ki, bir gelen var. Ansızın bir geliş değil bu. Çağırma anı, hafî bir çığlık şeklinde öncelerde gerçekleşmiş olmalı. Öte yandan, Alvarlı Efe hazretlerinin çağırma durumu ve arzusu belki de sadece şiir adına ve şiir için değildi. Ne ki, şiir göğü o sesi duymuş ve kendi adının çağrıldığına inanmıştır. Çünkü adı çağrılan her şey, çağırana koşarak gelir. Yeter ki çağırma arzusu gönülden olsun!
Âriflerin şiir söyleyişlerinin, diğer şairlerden bir takım farklılıklar taşıdığını sanıyorum. Şiir, şair için amaç olabilir, lakin ârifler için bir amaç olmaktan başka anlamlar taşır. Âriflerin, şair olmanın çok ötesinde, bir maksûd ve bir muratları olmalı. Abdulkadir Geylanî hazretleri, İlahi Armağan adıyla Türkçeye çevrilen kitabında şöyle der: “Allahü Teâlâ, peygamberini kelâm sıfatı ile terbiye eder. Sevdiği kulları ise ilham yoluyla ıslâh eder. İlham velîlere, kelâm da peygamberlere gelir.“[3] Yüzleri, şiir ikliminden çok hikmet iklimine, hatta marifet iklimine dönük olduğu için, sözün özünü bulma tecrübeleri imgesel bir dolayım olarak değil, ancak “irfan ikliminden şiir formunda dönüş” olarak değerlendirilebilir.  Buna bağlı olarak ârifler, her türlü dil tecrübelerini derin ve etkili bir şekilde ifadeye dökerler. Sadece şiirlerinde değil, günlük konuşmalarında ve sohbetlerinde de derinlik ve etkileyicilik olur. Bu nedenle onlar, susamışların dudaklarına akan çeşmeler olmayı sürdürürler.
Efe hazretlerinin şiirlerinde, kadim tasavvuf şiirinden aşina olduğumuz tarz, üslup ve ifade benzerlikleri vardır. Kimi zaman da, sehl-i mümteni ifadeleri hatırlatırcasına, kolayından söylenmiş izlenimi verecek kadar yalın ve alışık olduğumuz söyleyişlere rastlamamız da mümkündür. Mesela, “Bu” redifli şiirdeki şu mısralar gibi:

Âriflere irfan olur
Âşıklara ferman olur
Muvahhid alişan olur
LÜTFİ emr-i Kur’an’dır bu.

Bu içerikte daha birçok örnek verilebilir. Bu ve benzeri örnekler, sıradanlık ya da alışkanlık eksikliğine değil, ârifane şiirin irfan geleneğiyle olan bağına işaret eder. Sözün beslenip söylendiği kaynak, öz, üslubu da belirler, form’a da müdahale eder. Herkes, kendi benzerinin kokusunu ve duygu biçimini yansıtır, onunla benzer özellikler, benzer şekiller ve benzer duygu biçimleri taşır. İrfan ehli, kendi selefi olanlara gönderme yapmaktan ve onlarla benzerlik taşımaktan da mahcubiyet duymaz.








[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, M.E.B. Yyaınları, Ankara, 1994, s. 67
[2] Şerafettin Tübu. dunyabizim.com. 8 Eylül 2011
[3] İlahi Armağan,Çev. Abdulkladir Akçiçek, Bedir Yayınevi, İstanbul, 2000

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder