5 Aralık 2014 Cuma

MAVİ MARMARA GEMİSİ

Aralık, 2014

                   

                31.05.2010-04.30’a

Bu sabah bir kuş yarası tünedi balkonlara
Bu sabah gemiler durduruldu
Bu sabah suda kan var
Bu sabah keskin soğuklar geri döndü

Bu sabah sesler diplere gömüldü
Bu sabah harala gürele
Bu sabah mezar yerimi gösterdiler bana
Bu sabah çürümüş meyveler sabahı

Bu sabah teyzesine gidemez kimse
Bu sabah kahvaltı şöleni ertelendi
Bu sabah ucu ısınmış silahlar sabahı
Bu sabah geleceğe kanla düğmelendi

17 Kasım 2014 Pazartesi

YENİ YAYINIMIZ : Yüzdeki leke

"Ahlaksızlık üzere 'daim olmak' bir cesaret ve donanım işidir. Ahlaksız, kendi ilkelerini ve felsefesini de oluşturur. Marquis De Sade, bunun en tipik örneklerinden biridir. Ahlaksız, ahlaksızlığın ilkelerinden taviz vermez ve vur-kaç taktiği de uygulamaz. Onu, kendi ilkeleri ve donanımı çerçevesinde tekin ve cesur olarak buluruz. Bu cesaretin en temel göstergesi, kendini gizleme gereği duymamasıdır. Ahlaksız korkak değildir. Korkak, gerçek anlamda ahlaksız olamaz. Korkağın mizacı, sinik bir mizaçtır ve kendini gerçekleştirmesine asla izin vermez. Korkunun gerçek muhatabı kahramanlardır. Sadece kahramanlara rastladığında gerçek yurduna kavuşmuş sayılır. Korkak, korkunun nesnesi değil, korkulacak olanın muhatabı da değil, kendi kişiliğine ulaşamamış olmanın yoksunluğunu çeken bir muzdariptir."

(EDEBİYAT ORTAMI YAYINLARI, KASIM, 2014, 112 sh.)

23 Ekim 2014 Perşembe

MÜBÂLAĞA / Mustafa Aydoğan




   Ünlü gezginimiz Evliya Çelebi'nin bir mübâlağa (abartı) ustası olduğunu bilmeyen yoktur. Olayları bazen öylesine abartır ki, bizi gülümsetir. Mübâlağanın (abartının) nihai sınırlarını zorladığı duygusuna kapılır, "bu kadarı da fazla" diyecek oluruz. Ne ki, mübâlağa, bir sanattır ve sanıldığı gibi kolay becerilebilir bir tür değildir. Bir olayı mübâlağa suyuna batırmak yetenek ister. Zeka ister. Bilgi ve dikkat ister. Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi, bir irfan adamının dünyanın hallerine ilişkin ironik bakışını yansıtan ifadelerle doludur. Evliya Çelebi, abarttığı noktadan bir sonuca ulaşıyor değildir; vardığı bir sonuçtan, ulaştığı bir kanaatten insanın insafsız ciddiyetini iğneliyordur.

Mübâlağa sanatı, bütün dünyada bilinen bir sanat olmakla birlikte, benim kanaatime göre özellikle Doğulu toplumlara hastır ve bizim kadim sanatımızda da fazlasıyla yer almıştır. Mesela minyatür, bir tür mübâlağa sanatıdır ve boyutlara ilişkin dikkatimize yeni bir bakış açısı getirir. Boyutların küçük evrenlerine eğlenceli bir gezintiye davet eder. Minyatür sanatında, basit evrenden kadim evrene doğru küçültülmüş boyutlardan bir geçiş aralığı açılır.

Türk-İslam toplumları mübâlağayı hayatın bir parçası olarak gördüler ve yeri geldiği her an ona müracaat etmekten çekinmediler. Bizim sokağımızın dili, mübâlağanın dilidir. Bugün belki çok bariz bir şekilde bu dili sokakta göremiyoruz ama sanırım bundan yüzelli-ikiyüzyıl önceki sokaklarımız bugünkünden daha fazla mübâlağaya yatkındı ve toplumun eklemlerini daha işlek ve kıvrak yapıyordu. Bugünün sokağının dili fazla ciddi ya da fazla ciddiyetsiz. Mübâlağayı, abartı sınırını ne kadar zorlarsa zorlasın, ciddiyetsiz bir form olarak göremeyiz Belki de gereksiz ciddiyete bir tür müdahaledir. Mübâlağa, sıkıntılı toplumların değil, rahat ve oturmuş toplumların dilidir. Bu açıdan baktığımızda bile, Evliya Çelebi'nin yaşadığı dönemin, rahat ve oturmuş bir dönem olduğunu söyleyebiliriz.
Divan edebiyatına "mübâlağa edebiyatı" desek yeridir. Mübâlağa sanatını kullanarak hakikat parıltılardan imgeler ve imajlar yaratmıştır.
Masallar da öyledir. Mübâlağa üzerinden insanlık macerasına açılımlar getirir. Dede Korkut, tipik bir mübâlağa örneğidir. 'Tepe Göz' tipini hayal etmiş bir zihin dünyası, ancak mübâlağa ile sağlıklı bir ilişki kurarak bu sonucu elde etmiş olabilir.
Ünlü Rus yazar Mihail Bahtin'in Rabelais ve Dünyası adlı eseri, Fransız yazar François Rabelais'nin (1483-1553) Gargantua ve Pantagruel adlı eseri üzerinden gülmenin felsefesini yapar. Karnavelesk kavramı üzerinden Batılı toplumların mübâlağa ile olan ilişkilerini irdeler.
Günümüzün bilim-kurgu filmlerini de yine mübâlağa sanatının örnekleri olarak sayabiliriz.
Benim düşünceme göre I. Dünya Savaşı, bizim, mübâlağayı mutlak anlamda kaybettiğimiz savaştır. Bu savaşta almış olduğumuz mağlubiyetin en acı sonuçlarından biri budur. Modern Batı sanatının dayandığı "gerçeklik", mübâlağanın yerine geçti. Zamanla sanatımız da, edebiyatımız da mübâlağayı unuttu. Mübâlağanın kaybı ise, bizi gereksiz ciddiyete ve kasıntıya sürükledi. Bundan kurtulmamız gerekiyor. Mübâlağayı yeniden keşfetmemiz ve bu genişlik içinden dünyaya bakmamızda fayda var diye düşünüyorum.
Mübâlağa, zekanın ve medeniyetin dilidir.
Evliya Çelebi'nin ruhu şad olsun.


23.10.2014

2 Ekim 2014 Perşembe

ŞİİR, ACI VE ALAEDDİN ÖZDENÖREN


Alaeddin Özdenören'in derin ve karmaşık acılar yaşadığını anlamak için fazla bir araştırma yapmamıza gerek yoktur. Daha ilk adımda, ilk belgede, onun macerası içindeki acılar yumağını görmemiz işten bile değildir. Ne var ki, bir şairi şair yapan temel husus, başkalarından daha derin ya da daha çok acı çekmiş olması değildir. Acı, sadece şairlere değil herkese armağan edilmiştir. Büyük sanat eserlerinin büyük acılardan doğduğunu söylemek beylik bir ifadedir. Sanatçı, daha derin acılar çektiği için değil, acıya dair her durumun bilgisine ve sezgisine idrak kapıları açık olduğu; hatta her türlü insani duruma yüksek bir bilinç noktasından bakabildiği ve bunu ifade edebildiği için sanatçıdır. Sanatçı, acıya da, sevince de; mutluluğa da mutsuzluğa da; hicrana da kavuşmaya da; ölüme de yaşamaya da, arada bir mesafe olmaksızın dokunur ve bu durumlarla insan arasındaki kader bağını keşfeder. Sanat, acıyı gidermez; acıyı acı olarak açığa çıkarır, ortalık yere seriverir. Sanatçının eylemi, gerçeği keşfedip ortaya çıkarmaktır. O, çıplak gerçekle temastan çekinmez. Sanatçıyı büyük ve benzersiz kılan da bu özelliğidir.


27 Eylül 2014 Cumartesi

YENİ TÜRKİYE'NİN TERCİHİ NE OLACAK: GÜÇ MÜ? İRFAN MI? / M.A.

Güçlü olmak isteriz. Kişi olarak da millet olarak da. Kaybetmeyi değil kazanmayı arzu ederiz. Sözümüzün dinlenmesini isteriz. Saygı duyulmak isteriz. Başkalarından daha fazla imkana sahip olmak için uğraşırız. Peki, nedir gücün kaynağı? Elbette ki siyaseten ve idari olarak tasarruf imkanına sahip olabilmektir. Güçlü olmanın en emin ve sağlam yolunun siyasi başarı ve idari tasarruf olduğunu düşünürüz ve böyle inanırız. Bu düşüncede esas olarak bir yanlışlık da yoktur. Yani, güçlü olmayı esas aldığımızda siyasetin imkanlarını kullanmaktan başka şansımız yoktur. Siyaset ise idare etme tasarrufuna  sahip olmanın biricik yoludur.
Burada sorulması gereken soru şudur: Güç nedir? Gerçekte ihtiyacımız olan ilk şey güç müdür? Ya da güç, sorunları çözmede ve insana ulaşmada esas unsur mudur?
Güç, mahiyeti itibariyle kendi kendini beslemek mecburiyetinde olan bir olgudur. Bu besleme daha fazla güce sahip olmak için olabileceği gibi mevcut durumu korumak için de olabilir. Her iki halde de gücün kendi kendini beslemek zorunluluğu vardır. Bu beslemeyi diğer güçlerden yardım alarak yerine getirir. Yani gücün kaynağı aslında başka güç merkezleridir. Çünkü gücü bir kere elde etmiş olmak sorunu çözmez. Esas olan durum, güçlü olma halinin devamlılığını sağlayabilmektir. Güçlü olmaktan anlaşılan şey de budur; güce devamlı olma kabiliyeti kazandırabilmek. Bu da güçlüyü bir güçler ağı kurmaya mecbur edecektir. Güçler ağı kuracak ki elindeki gücü sürekli besleyebileceği kaynaklar olsun. Bu durumda, gücü korumak için güçler ağını da korumak zorunluluğu ortaya çıkaracaktır. Bu zorunluluğun sonsuza kadar süreceğini de kabul etmemiz gerekir. Çünkü meydana gelecek basit bir güç kesintisi ya da ağda meydana gelecek küçük bir aksama gücün büsbütün elde çıkmasına ve rakiplere transfer olmasına yol açabilir. Bu nedenle, güçlünün gücünü devam ettirebilmesi sürekli güç takviyesi yapabilme yeteneğine ve imkanına bağlıdır. Peki, gücü korumak için başka güçlerden (ikincil ya da üçüncül güçlerden) yardım talep etme zorunluluğu acaba, güçlü için bir handikaba dönüşemez mi?

18 Eylül 2014 Perşembe

AŞK, ASALETLİ OLANI SEÇER / M.A.


Fuzuli'nin Leyla ile Mecnun mesnevisi, bir aşk mesnevisidir. Aşkı ve âşığı, semboller üzerinden anlatır. Aşkın varlık üzerindeki etkilerini, âşığın haller abidesi olarak hangi maceralara mecbur ve muhtaç olduğunu, yaratıcının aşk aracılığıyla murat ettiği süreci ve sonucu ima etmeye çalışır.

Leyla ile Mecnun mesnevisinin dibacesinde (önsöz) yapılan açıklamadan anlıyoruz ki bu mesnevi, manevi bir çığlıktır. Şöyle diyor Fuzuli:  "(Ey Tanrı), hakikat arzusu ile, mecaz yolunu tutup da, hikaye söylemek bahanesiyle sırları açıklasam… Leylâ vasıtasıyla senin sıfatlarını söylemeye başlasam ve Mecnun’un dili ile sana olan ihtiyacımı ortaya koyup yalvarsam…"
Leyla ile Mecnun mesnevisi Fuzuli'nin bu duasının kabul edildiğini gösteriyor. Tarihler boyunca insanlığı derinden etkilemiş olan bu mesnevi bu duanın kabul edildiğinin en büyük delilidir.
Duanın kabulü iki temel üzerinde gerçekleşiyor. Birincisi Manevi temeldir ki bunu önceki yazımızda açıkladık. Diğeri de fiziki temeldir. Mesnevinin, aşk ve hakikat ilişkisini anlatırken fiziki şartları gözetme durumu ve bunun hakikatle ilişkisinin kurulma biçimi dikkate değerdir.

15 Eylül 2014 Pazartesi

YAR SENSİN / Fakiye Teyran



Bil ki benim yarim sensin
Beni öldüren tek sensin
Elsiz ayaksız bırakan da sensin

Gazapla okuyan benim
Bileği kelepçeli benim
Güzel âşık da benim

Yüreği yaralı sensin
Kadehin camı sensin
Evin güzeli sensin
En yüksek nimet sensin
Hayallerdeki yar benim
Tutan ve azad eden sensin

Daim inleyen benim
Acılarla kıvranan benim
Her gün mezardaki benim
Hayali yar benim
Bu halden uzak benim

Bu dünyanın azizi sensin
Çeşmelerin başında olan sensin
Gözlerin nuru sensin
Kalplerin sevgilisi sensin

Nurun aşığı benim
Mezarda olan benim
Kaynayıp taşan benim
Huzursuz olan benim
Feqiyê Teyran benim


Kürtçeden çeviren: Zeki Sayılır

11 Eylül 2014 Perşembe

AŞK VE HAKİKAT / M.A.

Fuzuli'nin şiirleri, Türk-İslam tarihinin mihenk taşıdır adeta. Bir temsildir, semboldür. İçlidir, zariftir, liriktir. Yüzyıllar öteden bugüne aşkı fısıldar, zihni diriltir, kalplere ferahlık verir. O günden bu bugüne, binlerce şiir yazılmıştır, onbinlerce şair yaşamıştır ama biz sadece onu ve onunla birlikte bir kaç kişiyi biliriz. Bunun bir nedeni olmalı. Fuzuli'yi o günlerden bu günlere taşıyan bir başkalık olmalı, bir ayırıcı özellik olmalı.
Fuzuli'nin Leyla ile Mecnun'unu okuyan herkes bu iki kahramanın hayat ve hakikat tasavvurlarının diğer insanların bir çoğundan farklı olduğunu görmekte gecikmez. Leyla, bir insan portresinden çok bir Meryem portresine yakın durur. Saf ve tertemiz. Berrak ve dingin. Derin ve özgüvenli. Açık ve anlamları yerli yerine koyucu. Bu dünyaya, benzersiz bir oğul getirmekle ödevli ve mutmain. Her türlü kötülüğü üzerine çekmeye mecbur bırakılmış olmasına rağmen, kendi yalınlığından ve aşkınlığından emin.
Mecnun'un durumu Leyla'dan farklıdır. Leyla, başında da Leyla'dır, sonunda da Leyla. Leyla'nın Leyla'lığı bir sürece bağlı olmaksızın kendiliğinden mevcuttur. Mecnun ise dünyaya bir "Kays" olarak gelir. "Kays", insan olmanın asgari şartlarını uhdesinde bulundurma halidir. Çıplak beşeri hal de diyebiliriz. Zamanla, değişir-dönüşür ve yetkin halini bulur. Bu yetkin hali bulma, bir arayış süreci sonunda gerçekleşir. Mecnun, "arama" halini simgeler. Arar ama bulması muhaldir. Nitekim, mesnevinin sonunda bir buluşma-kavuşma gerçekleşmez. Bu sonuç, Mecnun'un Mecnunluğunun ortaya koyduğu, mecbur bıraktığı bir sonuçtur. Yani, sonuç olarak kavuşamama durumunun müsebbibi Mecnun'dur. Leyla'nın sonuca doğrudan etkisi yoktur; Leyla bizatihi bu sonucun kurucusu olandır. Yani Leyla, "ayrılığın kaçınılmaz bir sonuç olarak mevcut olmasını bile isteye tanzim eden, hatta ayrılığa ruh ve can veren" durumlardır. O, Mecnun'un bu şartlar altında, yani kendisinin (Leyla'nın) bizatihi tanzim ettiği, varlığına ruh ve can üflediği ve aslında bütünüyle kavuşamamanın şartlarıyla oluşmuş olan "arama" sürecinde Mecnun'un nasıl bir tavır sergileyeceğini, hadiseleri nasıl göreceğini ve nasıl değerlendireceğini biraz da muzipçe izlemekle meşguldür.

4 Eylül 2014 Perşembe

BİR EDEBİYAT DERGİSİ ASLINDA NE DEMEKTİR? /M.A.

Türkiye'de çok sayıda edebiyat dergisi çıkıyor. 5 yıldır sürdürdüğüm Edebiyat Ortamı Şiir Yıllığı'nı hazırlarken, yıllığa şiirler ve poetik metinler seçmek için yüzlerce dergiyi izledim. Şiirin ve edebi düşüncenin en canlı mekanlarıdır dergiler. İnternet/sosyal medya, her ne kadar insana en hızlı ulaşan bilgi ağı, gençliğin ilgi alanları içerisinde en gözdesi gibi görünse de dergilerdeki yazar ve şair kadrosunun çoğunun gençlerden oluştuğu da bir gerçek. Genç zihinler, ürünlerini yayınlamak, yeteneklerini ve heyecanlarını görünür kılmak için edebiyat dergilerinden uzak duramıyorlar. İnternete rağmen, sosyal medyaya rağmen... Sosyal medyanın, geleceğin yazı ve düşünce dünyasına nasıl bir şekil vereceğini, sanal ortamın basılı yayınları nasıl etkileyeceğini bilemiyoruz ama bugün, bir kaygıya ve derde sahip, edebiyatın ve şiirin insanın varoluş serüveni içerisindeki yerinin önemli olduğunu düşünen insanlar basılı yayınlardan vazgeçemiyorlar. Sahiciliği dergilerde buluyorlar. İnternette yayınlanan şiirlerin bir "değer"e sahip olmadığını düşünüyorlar. İyi şiir elbette her yerde iyidir, değerli düşünce her yerde değerlidir ama genç yazar ve şair basılı yayınlara daha bir önem veriyor, orayı daha bir ciddiye alıyor nedense. Buradan da şunu anlıyoruz ki sanal ortamın ayartıcı cazibesine rağmen henüz basılı yayınların iktidarı devam ediyor.
Edebiyat dergileri önemlidir, çünkü edebiyat önemlidir.

1 Eylül 2014 Pazartesi

SİYASET VE SANAT İLİŞKİSİNDE DEĞİŞEN BİR ŞEY VAR MI?/ M.A


Sanat derken neyi kastettiğimizi anlatalım önce. Şiir, Mimari, Resim, Müzik, Edebiyat, Tiyatro vs. Bunların tamamı, ilim ve irfan sahibi sanatçıların hayatlarını uğruna feda ettikleri, kafa patlattıkları, bir ilham anını yakalamak için fikretme ve okuma serüveni içinde zihni ve kalbi sıkıntılarla boğuştukları, dikkat damarlarının ucunu ateşle yaktıkları uzun ve acı dolu zamanlar sonucunda meydana gelmektedir. Burada bir kişisel acıdan bahsettiğimiz sanılmasın. Mesele bir kişinin acı çekmiş olması meselesi değil. Bir kişinin sanat uğruna verdiği şahsi bir sıkıntıdan bahsetmiyoruz. Bir gezegenin insanlığı aydınlatmak için sürekli yanışından ve kendi ateşini kendi öz varlığından alarak parlayış ve aydınlatışından bahsediyoruz. Sanatçı, toplumun bütün nüveleriyle bir kişide simgeleşerek şahsiyet kazanmış halidir. Daha da ileri giderek diyebiliriz ki sanatçı, hakikatin bir şahsiyet halinde tezahür etmiş portresidir. Buradan bakarak anlamaya çalıştığımızda belki de sanatçının kimliğine ilişkin sağlam bir yoruma ulaşmış oluruz. O, her büyük ve değerli hadise gibi o hadiseye muhatap olan insanlara bir lütuf, bir merhamet, bir diriliş kanalıdır. Büyük sanat, bir irfan manivelasıdır. Büyük sanatçı da bu manivelanın döndürücüsü. Ruhumuza takılmış bu manivela, bize kendi gerçek portremizi gösterecek güçten pay almıştır.
Gerçek sanatçı, kimsenin yanında ya da uzağında değildir. O hep yanı başımızda, o hep ilham anına odaklanmış olduğu için bazen bizi umursamaz durumda, o hep istemelerden ve almalardan ötede, boğulacak kadar yalnız, herkesin ruhuna bir ferahlık katmak için insanla ve insanlıkla meşgul.

12 Haziran 2014 Perşembe

YUNUS EMRE, AŞK VE HİKMET/ M.A.

İşidin ey yârenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer

Taş gönülde ne biter dilinde ağu tüter
Nice yumuşak söylese sözü savaşa benzer

Ol sultan kapusunda ol hazret tapusunda
Âşıkların yıldızı her dem çavuşa benzer

Aynı hırs ol olmuşdur nefsine ol kalmışdır
Kendüye düşmân olmuş yavuz yoldaşa benzer

Aşkdır kudret körüğü kaynadır âşıkları
Nice kapdan geçirir andan gümüşe benzer

Âşık gönlü dölenmez mâşûkın bulmayınca
Karârı yok dünyâda pervâzı kuşa benzer

Münkir sözünü bilmez sözü ileri varmaz
Neye teşbîh edersin anlanmaz düşe benzer

Geç Yûnus endîşeden ne gerek bu pîşeden
Ere aşk gerek önden andan dervîşe benzer


Yunus Emre, 13. yüzyılda yaşamış. Mevlânâ Celaleddin Rûmi'nin çağdaşı. Selçuklu Devletinin mirasçısı. Osmanlı Devletinin habercisi. Bir karmaşa ve kargaşa döneminin ulu sesi. İç mimar. İslam milletinin iç dünyasına seslenecek bir megafon aralığı bulmanın zorunlu olduğu, geniş millet gövdesinin yara almaya başladığı bir zamanda insanın ruhuna dokunacak tınıyı bulmaya çalışmış. Bu arayış, zihinsel bir arayış olmaktan çok yüzlerce yıl ileriye seslenecek bir gönül yolu arayışıdır. Elbette bir plan ve program çerçevesinde olmamış bu. Yunus Emre'nin yapılışı ve dirilişi şeklinde gerçekleşmiş. Bir insanı dirilten nasıl ki bütün insanlığı diriltirse, kendi nefsini düzelten de bir sembol halinde bütün insanlığı düzeltir ve onarır.
Yunus Emre'nin kendi beşeriyetini yapış ve onarış aracı olarak gördüğü ya da bulduğu şeyi ifade edecek tek kelime "aşk"tır diyebiliriz. Bunu, şiirlerini okuduğumuzda çok berrak bir şekilde görüyoruz. Bazı yönleriyle efsaneleşmiş olan hayat öyküsü de bize onun "ete kemiğe bürünüp yunus diye göründüğünü"  anlatmaktadır. İşte bu görüntüyü inşa eden ruh iklimi aşk iklimidir. Bu iklim, insanın kendini taşıyabileceği en yüksek merdiven basamağıdır. Aşk, insanın macerasını asli hüviyetine kavuşturacak ve onu kemale erdirecek nihai idrak noktasıdır.

23 Mart 2014 Pazar

SUAVİ KEMAL YAZGIÇ - YAZMA SEVİNCİ

 “Yazmak” genellikle kavgayla, mücadeleyle, hüzünle birlikte anılan bir uğraş. Sevinç kelimesiyle birlikte anılması pek de alışılageldik bir durum değil. İnsanların büyük bir bölümü sevinci gayrıciddi bir duygu diye algılıyor besbelli. Yazmak gibi “ciddi” bir iş onlara göre sevinçle değil kederle yapılabilir sanki. Sevincin, neşenin sığ birer duygudan ibaret olduğu fikrini kolay kolay sorgulayamayacağımızın, hele hele poetik bir yazıda telaffuz bile edemeyeceğimizin farkındayım. Ancak en uzun yolculuk bile bir ilk adımla başlar. O adımı da Mustafa Aydoğan attığı için gönül rahatlığı ile devamı adımlar atabilirim.
İki şiir arasında susmayan bir şair Mustafa Aydoğan. Ancak yazıları şiirlerinin bir izahatnamesi değil. Aydoğan şiir yazma ile aynı saiklerle denemeler kaleme alıyor. Sevinç kelimesi burada önemli.  Aydoğan şiiri bir iftar sevincine benzetiyor. “Şiir, acıdan doğmaz, inanıştan doğar.” diyen bir şaire de bu benzetme uygundur zaten. İyi şiirin okurla buluşmasını şairi için de okuru için de bir iftar gibi anlatır. Bir şiirin yazılmasıyla okunması esnasında var kılınan özel bir iletişimin, elektriğin ürünü olduğunu öğreniriz ondan.
Yazma Sevinci’nde yer alan yazılar altı bölümde öbeklenmiş. Poetik Sevinç, Sanatın Boyutları, Sanatçının Tutumu, Dergi, Şair ve Şiiri ve Söyleşiler üst başlıklarında yer alıyor bu bölümler ve isminden de anlaşılacağı üzere Mustafa Aydoğan ile yapılan söyleşilerden yapılmış bir seçmenin yer aldığı son bölüm haricindeki yazılarda Aydoğan’ın şiire, şaire ve genel olarak sanata ilişkin fikri mesaisini takip ediyoruz. 

5 Mart 2014 Çarşamba

ŞAİRİN YAZMA SEVİNCİ / Turan Karataş


5 Mart 2014
Şair Mustafa Aydoğan’ın çeşitli dergilerde ve kitap eklerinde yayımlanan denemeleri Yazma Sevinci adıyla kitaplaştı. Altı bölümde bir araya getirilen yazıların odağında şiir ve şairler var. Kitabın sonuna ise şairle yapılan dört söyleşi eklenmiş.
Yaklaşık yirmi yıldır tanıdığım Mustafa Aydoğan, hayat tasavvurunun mühim bir yerine sanatı, daha özelde şiiri koymuştur. Kendi ifadesini ödünç alarak, yaşamak onun için “şiirsel bir üslup ve varoluş biçimidir” dersem, abartmış olmam. O okur, yazar ve yaşar. Altı yıldır, neredeyse tek başına çıkardığı Edebiyat Ortamı dergisi, dört senedir hazırladığı şiir yıllıkları söz konusu yaşama tasavvurunun bir gereğidir. Yeridir, söyleyeyim: Mustafa Aydoğan, Edebiyat Ortamı şiir yıllıklarıyla, farklı zihinlerin, beğenilerin, ideolojilerin şiir kamusuna; hakkaniyetli, liyakatli ve iyi niyetli bir tutumun nasıl olabileceğini gösterdi.

1 Mart 2014 Cumartesi

"YAZMA SEVİNCİ" ÜZERİNE SÖYLEŞİ (Star Gazetesi)

(25 Şubat 2014)
Söyleşiyi Yapan: Mehmet Hakan Kekeç

Şairsiniz ama eleştiriler de kaleme alıyorsunuz... Türkiye'de okuyucunun 'eleştiriye' bakışı nasıl? Türkiye'deki 'eleştirmen-okuyucu' ilişkisini hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Şiir üzerine düşünme ile insan ve varlık üzerine düşünme arasında aslında bir fark görmüyorum. Şiir, kendimizi kavrama noktasında bir takım işlevleri olan bir sanattır. Dolayısıyla, şiirin mahiyeti hakkında düşünmeden bir yere varmak pek mümkün değildir. Şiir yazmak kadar şiirin işlevi ve üzerimizdeki hakkı konusunda dile getirilmesi gerektiğini düşündüğüm hususlarda yıllarca kafa yordum ve sonunda bunları iki kapak arasına aldım. Adına da Yazma Sevinci dedim. Bu sevinç, sadece yazan için değil, okuyan için de geçerli. Belki de daha çok okur için söz konusudur. Çünkü şiir şairde 'acı" halindedir. Okur ise bu acıyı 'sevinç' olarak hisseder.
Şiir eleştirisi, tabiatı itibariyle daha çok diğer şairleri ya da şiir üzerine düşünecek olanları hedef alır. Şiir üzerine düşünmek isteyen kişi derdi olan kişidir. Bu derde sahip olanların şiir eleştirisi ile bir alıp-vereceği olur. Bu kitapta yer alan yazılar ve eleştiriler, bu dert sahipleriyle küçük bir dertleşme arzusudur, diyebiliriz.
  
"Her medeniyetin şiirler kurduğu ilişki kendine özgüdür..." diyorsunuz: Batı'da filozof ile şair arasındaki ilişki 'hayranlık' ekseninde oluşuyorken; Doğu'da alimle şair arasında bir özdeşlik söz konusu... Mevlana ile Yunus Emre'yi buna örnek gösteriyorsunuz... Bugün peki 'alimle şairin yekvucud' olmasına kimi/kimleri örnek gösterebiliriz?

YAZMA SEVİNCİ / İsmail Kıllıoğlu


26 Şubat 2014 Çarşamba (Milli Gazete)

İnsanın duyma ve düşünme etkinliğinin bir göstergesi sayılabilecek olan “yazma” eylemi, konuşma, hareket etmeye göre sıkıntılı, hatta zor nitelikte değerlendirilir. Duyma ve düşünme etkinliği doğamızın, fıtratımızın bir gereğidir ve irademize bağlı değildir. Yani insan duyma, düşünme hassasını, yetisini, mesela ortadan kaldıramaz, belli bir süreliğine durduramaz. Fakat iradesini kullanarak, bu hassalarından yararlanabilir, onlardan birtakım ürünler elde edebilir. Elbet elde edilen ürünlerin nitelikleri farklılık gösterebilir. İyi, güzel ve doğru olabilecekleri gibi kötü, çirkin ve yanlış da olabilirler.

Mustafa Aydoğan, duyma ve düşünmeyle bağlantılı sayılan yazma eylemine olumlu bir yaklaşım içinde “sevinç” olarak bakmaktadır: “Yazma Sevinci”. Demek istiyor ki, insan duygu ve düşüncelerini yazıya dökmek suretiyle yaratılış gereğini hoşnutluğa, mutluluğa dönüştürebilir, bilmelidir. Kuşkusuz yazma eylemi, bir sorumluluktur, ama bu sorumluluğu yerine getirme, gereğine göre davranma bir “sevinç”, bir mutluluktur. İnanmış bir kimse, sorumluluk yükleyen birtakım ibadetleri yerine getirirken bunu şeklen yapabileceği gibi, şükrü çağrıştırıcı biçimde de yapabilir. Aydoğan, bir anlamda yazma eylemini inanmışlık duyarlığı temelinde bir tür mutluluk olarak algılıyor.

ŞİİR, ŞAİR, DERGİLER VE 2013

Edebiyat Ortamı Şiir Yıllığı, 5 yıldır düzenli bir şekilde okura ulaştırıldı. Her yılın Mart ayının 1’inde Edebiyat Ortamı dergisinin eki olarak okurun karşısına çıktı. İlgi gördü, sevildi.
Şiir yıllığı hazırlamak, hem güç hem de insaflı olmayı gerektiren bir iş. Bu iki hususta da okuru ikna etme noktasında başarılı olduğumuzu düşünüyorum. 5 yıllık süreçte kırılanlar olmuş olabilir ama “seçme” eyleminin olduğu her durumda kırılmalar ve kırmalar maalesef kaçınılmaz bir sonuç olarak bize kendini dayatıyor. Haksızlık yapıldığını düşünenlerin böyle düşünmemelerini arzu ederim.
*
Bu yıl şiir seçiminde farklı bir yöntem uyguladığımı söyleyebilirim. Seçtiğim şiirler hakkında bazı arkadaşların fikirlerini aldım ve onların görüşleri yönünde yıllığa girenler olduğu gibi elemeler yaptığım da oldu. İlginç olan şuydu ki düşüncesini aldığım arkadaşların yaşı küçüldükçe seçimlerin ve tercihlerin farklılaştığını gördüm. On yılda bir kuşakların değiştiğine, yeni kuşak oluştuğuna ve her kuşağın tercihinin kendine göre farklılıklar gösterdiğine inanılır ya, işte ben bu inancın gerçekleştiğine nispeten şahit oldum. Mesela bizim kuşağın önemsediğim kimi şairlerinin ('80 ve '90 kuşağına dâhil kimi şairler diye genişletebilirim bunu) genç şairler üzerinde aynı etkiyi yaratmadığını gördüm. Yine de o isimlerden elemeye içimin el vermedikleri oldu. Elbette nihai kararı ben verdim ve sorumluluk tamamıyla bana aittir.
*

8 Ocak 2014 Çarşamba

YAZMA SEVİNCİ


276 sh. Ocak 2014






"Felsefenin şiirle ilişkisinde her zaman bir Promete’lik vardır. Felsefi metinlerin çoğu, şiirin ateşini çalmıştır. Hâlbuki şiirin barındırdığı felsefe kendi ışığını kendinden alır. Şair, ateşin yurduna uğramış olmanın izlerini taşır. Bir tarafı yanıktır . Biraz da bu nedenledir ki lirizm, şiirin odağında yer alır. Oysa felsefi metinler lirik olanı bile isteye dışarıda bırakırlar. Filozofun dimağı lirik olana meylettikçe tatsızlaşır ve aklının iktidarına tuzaklar kurmaya başlar."