7 Ocak 2013 Pazartesi

SÖYLEŞİ :ÖDÜL, ÖNERMEKTİR

Mustafa Aydoğan: Aslolan gönül dilidir
TYB'nin şiir ödülünü aldınız, kutlarım. Öncelikle, ‘ödül' kavramı size neleri çağrıştırıyor, bunu sormak isterim. Yine buna bağlı olarak, ‘marifet iltifata tabidir' sözünden de ne anladığınızı merak ediyorum?
Teşekkür ederim. TYB, ödül sistemini uzun süredir aksatmadan devam ettiren bir kuruluş. Bu, kendi başına takdire şayan. Evet bu yıl ödül “Bugün Konuştuklarımız” adlı kitap dolayısıyla şiir dalında bize verildi. Elbette, memnuniyet verici bir durum. Ödül sisteminin önemli olduğunu düşünüyorum. Biliyorsunuz biz de Edebiyat Ortamı Şiiri Ödülünü tesis ettik ve dört yıldır devam ettiriyoruz.
Benim bu konudaki mottom şudur:Ödül vermek, önermektir. Geçen günlerde verdiğim bir söyleşi dolayısıyla da söylemiştim, tekrar edeyim; Ödülün asıl muhatabı edebiyata ve şiire ilgi duyan ve önemseyen kitledir. Ödül, Türk şiir ve zihin tarihine yöneltilmiş bir yankıdır.Genç ve gelecek kuşaklara birmesajdırÖdül sisteminin genişletilmesi ve etkinleştirilmesi çok önemli. Etkisiz ödülün, ne yazık ki, yaygınlaştırıcı ve dikkatleri keskinleştirici bir etkisi olmuyor. Marifet iltifata tabi olmak zorunda, olur, olacaktır. Ne ki marifetin hemeninden görülmesi en güzelidir. Bazen çabukluk da gereklidir. Toplumun zihin tarihinin yenileşmesive derinleşmesinde takdirin ve iltifatınetkisi olduğuna inanırım. Ödüllerçoğalmalı ve marifet sahiplerine iltifat edilmelidir. İltifat (ödül), bir tür, toplumun iç sesidir, ortak paydasıdır, gönül iklimidir. Yeter ki yerini bulsun…
‘Lirizm', şiirsel yolculuğunuzda ve dilinizde nasıl bir anlama-işleve sahiptir?
Şiirde lirik damarı önemsiyorum. Lirik olanla, ağlak olan, arabesk olan, dahası süfli olan çok karıştırılıyor. Halbuki lirik damar, metafizik sızıntının kanalıdır. Şiirin tarihi ve talihi kendini lirik olanla tanımlıyorsa, metafizik olanla sağlıklı bir bağ kuruyor demektir. Metafizik, insanın kendi imkânlarını ilahi sesin yankısında ve yatağında araması ve sorgulamasıdır. İmge dediğimiz şey, bir tür beşeri sızının dizelemiş halidir. Bu sızıda, hikmet ve ürperiş vardır. İnsan, acının yurdudur ve realitenin kıskacından ancak metafizikle kurtulabilir. Cahit Zarifoğlu'nun sözünü anmak gerekiyor burada, ne dediğimizi daha iyi anlatabilmekmak için. Şöyle diyor: “Benim şiirlerimi dikkatli bir şekilde okuyanlar görürler ki onların çoğu ayetlerin ve hadislerin birer tefsiridir”. Tabii, şiir tefsir değildir elbette ama burada şairane dimağın asıl merkezine bir tür gönderme yapılıyor sanırım. Şiirin esas gövdesi, metafizik hücrelerden müteşekkildir. Lirik çağıltının kaynağı da bu gövdedir.
Şiir-kutsallık sorununa ilişkin, kendi şiiriniz bağlamında neler söylersiniz?
Bu soruyu aslında yukarıda biraz açıklamış olduk. Alman şair Hölderlin “şiir, uğraşların en masumudur” diyor ya, buradaki masumiyetten ben saflığı, berraklığı anlıyorum. Bir tür, insanın kendi aslına dönme uğraşısı. Kutsalın dili, anlamın ve ahengin dilidir ama bundan da ötesi gönlün dilidir. Ben şahsen acının ve sancının insanın öz benliğine, varoluşuna bitişik olduğunu düşünüyorum. Yani “oradan” getirdik onu, “geldiğimiz yerden”. Doğuş ve yapılış aynı anda gerçekleşti. Biz bu acıyı, olaylar vukubulduğunda, “burnumuz yok'un burnuna değdiği'nde anlıyor ve hissediyoruz. Benim acıdan anladığım bu. 
Bugün Konuştuklarımız nasıl doğdu? Hangi zihinsel-manevi sürecin ürünüdür?
Kitabın adı aslında bir tür ironiye vurgu yapıyor. Bugün “konuşmadıklarımızı” ima ediyor. Biz 1. Dünya savaşı ile birlikte lirik iklimi terk ettik ve bizim olanı değil de bize önerileni kabul ettik.Katı gerçeklik diye tanımlayabileceğimiz, metafizik önceliği ve özü olmayan bir iklime doğru çevirdik yüzümüzü. Bugün ironi adı altında takdim edilen birçok şiirin temel zaaf noktası burada. Sembollerini ve imgelerini katı gerçeklikten alıyor ve onun tuzağına düşüyor. Kendi iç katmanlarını oluşturamıyor ve metafizik göndermelerden kaçınıyor. Bu da hırçınlaşmaya yol açıyor. Oysa şiir, anlık ürperiştir. Hayatın ve varoluşun bir sembolü olarak. Şairane dikkat ve manevi ürperiş şiirin içindeki hırçınlığı boşaltan ve ona ahenk ve dinginlik veren bir şeydir. Ben, bu dikkat ve ürperişten yola çıkmaya çalıştım.
Tezgahta neler var?
Bu yıl içinde bir deneme kitabı yayınlamayı düşünüyorum. Daha çok şiir odaklı metinlerden oluşacak. Belki, bir de şiir kitabı. Tabii, şiirler beni tatmin etmiş olurlarsa…
(Haber7.com.tr., 07.01.2013 -HABER BURADA...)

3 Ocak 2013 Perşembe

İNSANIN ASIL YURDU İÇ ÂLEMİDİR


İnsanın asıl yurdu iç âlemidir
Şair Mustafa Aydoğan ‘Bugün Konuştuklarımız’ adlı eseri ile Türkiye Yazarlar Birliği ‘2012 Yılın Şiir Kitabı Ödülü’nü kazandı. Edebiyat Ortamı Dergisi Yayın Yönetmeni de olan Aydoğan ile şiiri konuştuk.
- Bugün Konuştuklarımız, geçen Mart ayında yedi yıl aradan sonra gelen bir şiir kitabıydı... Nedendi bu uzun bekleyiş?
Demek ki az yazıyorum. Bir de her kitabın kendi kaderi var. Kitabın kendi belirlediği kadere fazlasıyla bağlı hissediyorum kendimi. Şair, şiirin bir tür hizmetçisi gibi. O da bizi belirliyor, bizim üzerimizde hükmünü icra ediyor. Galiba, böyle...
- Kitabın ilk şiiri olan ‘Söz’ ile susmayı öneriyorsunuz. Son şiirde ise yaraları sağaltmak için konuşmayı/sözü vurguluyorsunuz.  Söz, hem konuşmanın hem susmanın aracı nasıl olabiliyor?
Hayat, bizi konuşmaya mecbur ediyorsa ne yapalım? İnsan susma halindeyken daha güzeldir aslında. Kendi “iç nizam”ına daha bağlı ve iç hareketlerine daha fazla dikkat kesilme şansına sahip. İnsanın asıl yurdu, iç âlemidir. Orada söz değil, anlam ve ahenk vardır. Dünya ile karşılaşmaya mecbur olduğumuz anlarda, oradan söz ve eylem ile ayrılırız. Ama yalnızlığımızın idraki bizi tekrar oraya taşır. Yani, sükûta... Konuşarak da bir şey ifade etmemiz mümkün ama susarak daha fazla ima ve ifade etme şansımız da olabilir. İnsan kendini varlığın ahengine uydurmaya çalıştığında susmaktan daha büyük erdem var mıdır elinde? Ya da susmaktan başka şansı var mıdır? Bizde gelenek susma üzerinedir; konuşmak, mecbur kaldığımız bir durum sanki...