28 Aralık 2011 Çarşamba

NELER ALMALIYIM YANIMA/Mustafa Aydoğan

Eşya ile insan arasındaki mesafeyi bilinç mesafesi olarak görmeyiz, daha çok kendiliğindenlik edimi olarak müşahede ederiz. Eşya, kendi sabitliği ve sükûtu içerisinde, ya da kendi doğal kımıltısı ve akışkanlığında bir dokunuşa yahut ilişkiye uygun arzu ve duyuş halinde değildir. Eşya orada, kendi halinde, herhangi bir direnç ya da arzuya meyli olmaksızın teslimiyet içerisinde kendisi olarak ve hiçbir yankının bilincinde olmaksızın durur. Bu duruş hali, insanın eylemine konu olduğunda dahi bir değişmezlik içerisindedir. Diyelim ki bir çay bardağı elimize aldığımızda da, masanın üzerine bıraktığımızda da kendisi olarak aynıdır. Aradaki mesafenin değişmesi bardağı değiştirmez. Ama bardak ile insan arasında bir iletişim de olmuştur.
İnsan-eşya hukuku ikili bir hukuk değil, bütün sorumluluğun tek tarafa yüklendiği tek yönlü bir hukuk biçimidir. Böyledir ama eşyanın bir nesne olarak dünyada bulunuyor oluşunu, bulunma durumunu nasıl yorumlamak gerekir? Dahası, eşyanın bizzat eşya olarak kendi durumu ne tür bir bilinç ya da mevcudiyet halidir? Çünkü her ne kadar sabit ve sükut içerisinde bulunsa da onun da değişime verdiği bir tepki ve oluşum halleri var. Bilinçli bir bağ kurmasa bile, bir tepkiye ya da etkiye muhatap olduğu ve bu tepki ya da etkiye kusursuzluk içerisinde cevap verdiği de muhakkak. Sadece tepki vermekle kalmaz, muhatabında yani insanda bir duygu değişimine ya da oluşumuna sebebiyet verebilecek kadar kendini sunma “becerisi” bile gösterir.
Ayrıca eşyanın bir simetrisi vardır. Bu simetri mutlak bir dengeye bağlıdır. Eşya, denebilir ki, yeni bir denge uğruna biçim ve boyut değişimine uğrayarak yeni formlar içerisinde zamanla ve mekanla adeta yarışır. Biz yine de onda bir bilinç hali olmadığı sonucuna ulaşırız.
Ne var ki insanla birlikteliği noktasında durumun hiç de böyle olmadığını söylemek mümkün. Her ne kadar bu birliktelikte eşyanın dahli olmasa da, insana muhatap olduğu ve onun duygu alanı içerisine girdiği noktadan itibaren eşyanın da varlık durumunda bir değişim, bir başkalaşım olur. Adeta mutlak yalnızlığından soyutlanarak neşeye ve cıvıltıya bitişir ve yeni bir harmoni oluşmasına yol açar.
Bu harmonide, eşyanın konumu, pek de yabana atılacak gibi görünmüyor. Her ne kadar bilinçsizlik durumundan bahsetsek bile insanın duygu durumlarının eşyada bir başkalaşıma ya da eşyadaki bir değişimin insanda yeni duygu durumlarına yol açtığını söyleyebiliriz. Öyleyse eşyanın da belirlediği bir hukuk var. O da aslında kendine özgü bir hukukun öznesi ya da tarafıdır. Bu hukuku tek taraflı yapan husus sorumluluğun dağılımından kaynaklanmaktadır. Eşya-insan ilişkisinde sorumluluk bütünüyle insanın uhdesindedir ve doğal olarak ceza ya da ödüle muhatap olacak olan da insandır.
Eşyanın insana dokunduğu bir nokta vardır, tıpkı insanın eşyaya dokunduğu gibi. Eşya bir müddet sonra kendisi ile ilişki kuran kişinin özelliklerini ve huyunu almaya başlar. İnsanın eşyaya yaklaşma biçimi ve niyeti, eşyanın da insana tutunma ve onun kullanımına açılma biçimini belirler. Duyguya duyguyla karşılık verebilir. Eşya da sever, nefret eder, mutlu olur ve hüzünlenir. Konuşur, inanır ve dostluğa cevap verir. O cansız varlık, muhatabının iç dünyasındaki yankılanmaları cevaplamak için uğraşır. Mutlak yalnızlığı içinden el uzatır. Çünkü eşya insana hasret duyar.
“Şeyler”in dünyası belki bilinçli değil ama kendi doğallıkları içerisinde insana dokundukları, onun ilişkisine konu oldukları her durumda imgesel ve düşsel bir ritim kaynağı olarak tıpkı duygunun ve bilincin benzeri bir hal içine girerler. Yatağı değiştirilen bir çocuğun o eski yatağına duyduğu özlemin karşılığı belki de yatağın kendisinde de vardır. O cansızlığı içerisinde oluşturmuş olduğu hukuk, bütün imgesel boyutlarıyla karşılıklı şahitliğin oluşmasına yol açmış ve yatak, kendisinde mevcut “bilgi”yle birlikte sonsuzluk yoluna çıkmıştır.
İnsan eşyayı gerçeklik ve görünürlük içerisinde okşar ve ona dokunur ama eşya imgesel bir uzam içerisinde insana karşılık verir ve onu tanır.

Not: Yazının başlığı Edip Cansever’in bir şiirinin başlığıdır.

(Milat Gazetesi, 22.12.2011)

13 Aralık 2011 Salı

MÜSLÜMAN KOKU/Mustafa Aydoğan

Kokunun tarihini ve insan-koku ilişkisini merak ediyorum. Duyguların, düşüncelerin, günahların ve sevapların da bir kokusu var mıdır acaba? Bana var gibi geliyor. Parfüm (koku) filmini hatırlıyorum. Partrick Süskind’in romanından uyarlanmış bir film. Yönetmeni Tom Tykwer. Bedenleri bir koku uğruna feda edilen genç kızların korkunç ölümlerinin filmi. Kokunun cinayete sebep olacağını hiç düşünmemiştim. Bir cinayetten doğacağını da. Genç kızların ölümlerinin gerisinde aslında bir estetik kaygı var. Bir yeniliğin insanlığa ulaşması için ölüme estetik bir gerekçe bulunuyor. Estetik olan ile güzel olan arasındaki ince farka bu noktadan çıkılarak da bakılabilir.
Estetik olanın kendi başına bir amaç olamayacağını, (özellikle bir Müslüman için), estetik ile “güzel” arasındaki temel ayrımın hayır ve hakikatle kurulan içsel ilişkide yattığını sanıyorum. Estetik olan, kendi kavramsal ve nesnel boyutları içerisinde manevi bir hassasiyet taşımaz. Böyle bir yükümlülüğü olmadığı düşüncesinden hareket eder. Hem görünüm hem de içsel nizam açısından bireyi duygusal doyuma ulaştırmış olmakla amacını gerçekleştirmiş olur.
Müslüman idrak açısından bakıldığında güzellik düşüncesinin yegane amacı “mutlak güzel”in (Allah’ın) hatırlanmasıdır. “Allah güzeldir, güzeli sever.” Güzel olan, bir doyum sağlamanın ötesinde, hem ibret hem de huzur kaynağıdır. Güzellik düşüncesi, haz vermeyi hedef almaz. Haz da verir ama kendine özgü bir metafizik donanımı vardır. Güzellik düşüncesi nasıl ve neye inandığımızla bağlantılıdır.
Estetik form içerisinde kabul ve teyit edilen her sembol ya da gösterge, hiçbir sakınıma ve manevi dikkate aldırmaksızın kendini haz ve coşku içerisinde sunar. Bunun en tipik örneği erotik olanın estetik donanımıdır. Erotiklik, kendine nesne kıldığı şeyi, kendi sadeliği ve yalnızlığı içerisinden alarak estetik bir form içerisinde kışkırtıcı bir açıklığa taşır. Çünkü estetik olan görünür olmayı arzular. Oysa güzel, gizli ve dingin kalmayı hedefler. Güzelin görünürlüğü ikincil bir durumdur ve zorunlu bir sonuçtur. Erotik olanın nesnesi, aslında, kendi bütünlüğü içerisinde erotik olana değil, güzel olana yakındır.
Beşeri duygular hangi form içerisinde vücut bulursa bulsun, onun nihai amacını estetik oluş ile güzel oluş arasında nerede konumlanacağı sorusuna vereceği cevap belirler. Şiir için de aynı şey geçerlidir. Düşüncelerin ve imgelerin bir kokusu varsa eğer, şiirdeki kokunun Müslüman bir koku taşıyabilmesi, güzel olana göstereceği dikkat ve metafizik hassasiyetle mümkün olabilir ancak. Şairin salt estetik bir kaygıyla yola çıkması, amacı başka türlü olsa dahi, onu sakınımsızlık alanına taşıyacaktır. Bu sakınımsızlık alanında acının, kederin, öfkenin, tutkunun ve dikkatin boyutları estetik ve etkileyici olsa da Müslüman kokudan bir tat, bir yankı taşımayacaktır.
Şiirin kendini gerçekleştireceği nihai ve gerçek form, aslında, naat ve münacattır. Benim kanaatim o ki, bütün şiirler naat ve münacat olarak vücut bulmak üzere yola çıkarlar ama şairler onlara kendi tabiatları doğrultusunda başka bir yön verir. Bu, tıpkı, her çocuğun Müslüman olarak doğması ama anne ve babasının onları kendi dinlerine yöneltmesine benzer. Şiirin hakiki rüyası “mutlak güzel”i anlatmaktır. Şiir, bu rüya içerisinde uyanır ama şairinin gerçekliği doğrultusunda vücut bulur.
Günümüz şiirine bu açıdan bakılmasında fayda olduğunu düşünüyorum. Müslüman şairin şiirine kaynaklık eden duyguların nelerden beslendiği ve hangi dikkatler ve kaygılar içerisinde vücut bulduğunun izaha ihtiyacı var. Şiirin ana temalarından olan acı, aşk ve öfke mevcut şiirde nasıl yer alıyor ve imgelere hangi hassasiyetle sirayet ediyor acaba? Estetik olanın neredeyse yegane belirleyici olduğu bir dünyada, Müslüman şairin estetik olan ile “güzel” olan arasındaki ayrımda nasıl bir tercihte bulunduğunu dikkatle yorumlamak gerekiyor. Erotik olana, boyutsuz öfkeye, dağınık ve sakınımsız bir hazza doğru evrilen imgesel kavrayışın taşıyacağı kokunun Müslüman koku olacağını söylemek pek mümkün görünmüyor.

(Milat Gazetesi)