25 Eylül 2012 Salı

DÜNYA ÇOCUK GÜNÜ TÜRKİYE BİLDİRİSİ






                                                        
Bu Yıl 1 Ekim 2012 Tarihinde Kutlanacak
DÜNYA ÇOCUK GÜNÜ

İçin Hazır mısınız?

Sizce,
Dünya Çocukları Bir Önceki Yıla Göre
Daha İyi Durumda mı?





Şair Mustafa Aydoğan’ın yazdığı 2012 Dünya Çocuk Günü Türkiye Bildirisi

ile sesleneceğiz size

Hazır mısınız?

12 Eylül 2012 Çarşamba

PROUST: ÖLÜM İLKESİ /UNAMUNO: YAŞAM İLKESİ/ M. Aydoğan



               1. 
               Marcel Proust’un ‘Okuma Üzerine’ adıyla Türkçeye çevrilen, topu topu 59 sayfalık  kitabının, sadık Proust okurlarını şaşkınlık ve aşinalık arasında tuhaf bir duyguya sürüklediğini sanıyorum.
Tam bir yazma tutkunu olan, Kayıp Zamanın İzinde’n koşan, devasa cümlelerle sayfalar dolduran bu Fransız yazarın 59 sayfalık, incecik bir kitapla kitapçı raflarında yer almasına şaşırdım! Açıkçası, bu kadar küçük ebatlı bir kitap ‘beklemiyordum’ Proust’tan! Öte yandan; yiv gibi önüne gelen her şeyi  delip geçen, öğüten, tatlı bir dinginlik ve zehirli bir derinlikle yine her şeyi apaçık ediveren ama bu apaçıklık içinde her şeyi yeniden gizleyen o plastik diliyle karşılaşmış olmakla, eski bir ‘dostu’ yeniden ‘hatırladım’.
Kitap, adından da anlaşılacağı gibi, okumak üzerine bir ‘anlatı’. Kitabın arka kapağında, içeriğe ilişkin şöyle bir not düşülmüş: “Okuma Üzerine, Marcel Proust’un birey ile kitap arasındaki ilişkiyi ve özgün psikolojik edim olarak okumayı irdelediği, bu edimin kaynaklarına yaptığı yolculuğu içeren bir anlatı.”
‘Anlatı’ ibaresi üzerinde özellikle durmamın sebebi, bir denemeler toplamı bekleyen okurun, kitabı eline aldığında şaşırmaması içindir. Proust, bu kitabında, okumanın ‘önemi’ üzerinde fikirler ileri sürmekten çok, böyle bir eylemin psikolojik backroundunu bir romancı/öykücü üslubu ile dile getiriyor. Okur, okuma eyleminin ‘ne’liği ve ‘nasıl’lığı üzerine bir öykü-felsefe yumağının içine dalıyor.
Proust, kitabın girişine bir not eklemiş: “Floransa Notları’yla Ruskin’e çok büyük keyif vermiş Prenses Madam Alexandra de Caraman-Chimay’a duyduğum derin hayranlığın anısına, Madam’ın hoşuna gittiği için bir araya getirdiğim bu sayfaları saygılarımla adıyorum.”  Bir kitabın yayınlanması için hoş bir neden.
Kitabın 43 üncü sayfasında yer alan şu cümleler ilginç geldi bana: “Edebiyatçı zihninin özgün işleyişi yoktur ve kendini güçlendirebilecek özü kitaplardan nasıl damıtacağını bilmez; derdi bir bütün olarak onların biçimidir, ki bu biçim, onun için, özümlenebilir bir öğe, bir yaşam ilkesi olmak yerine, sadece bir yabancı gövde, bir ölüm ilkesidir. Belirtmem gerekir mi bilmem, bu zevki, kitaplara duyulan bu tür fetişist saygıyı sağlıksız olarak nitelerken…”  Bu cümlelerden az önce ise bir tarihçi ya da bilgin için durumun çok farklı olduğunu söyler.
Edebiyatçının derdinin ‘biçim’ olmasının ve bunun bir ‘ölüm ilkesi’ne dönüşmesinin gerisinde yatan nedenin Proust tarafından fetişizmle damgalanması işi karıştırıyor. Bu damgayla nereye kadar gidilebileceği ve nasıl bir sona ulaşılacağı hususu tuhaf bir soru olarak dikiliyor karşımıza.
‘Biçim’ derdi ve bununla bağlantılı olmak şartıyla ‘ölüm ilkesi’, esas itibarıyla edebiyatçının varoluş nedenleri arasındadır. Başkalarına ait biçimlerin ‘ölüm ilkesi’yle yargılanmadığı durumda kendi özgün biçimine ulaşmasının mümkün olamayacağı gerçeğini her edebiyatçı daha işin başında bilir. Bilmek durumundadır. Bunu elbette Proust da biliyor. Ama burada şu sorun çıkıyor ortaya: Kendi özgün biçime ulaşmak durumunda olan bir edebiyatçı zihninin -başka biçimlere ölüm ilkesini uygulayan bir zihnin- özgün olmadığı tespiti ile baş başa bırakıyor bizi. Özgün olmayan, derdi salt biçim olan, bunu da bir yaşam ilkesi olarak değil ölüm ilkesi olarak fetişist bir boyuta yönlendiren bir zihnin, nasıl olup da şu cümlelerin muhatabı olacak kitaplara imza attığını sorgulamak durumunda kalıyoruz: “Sanatçının olduğu gibi yazarın da nihai çabası, bizi evren karşısında meraksız bırakan çirkinlik ve anlamsızlık perdesini bizim için ancak kısmen aralamaya varır.” Bize kısmen de olsa çirkinlik perdesini aralatan yazarının zihninin ‘özgün olmayışı’ üzerinde düşünmek gerekiyor gerçekten! Ya da Proust’un neden böyle söylediği konusunda…

10 Eylül 2012 Pazartesi

NEZAKET YETENEĞİ / Mustafa Aydoğan


Nezaket, bir yetenek midir?
Bir insanın bir hususta yetenekli olduğunun belirtileri, ölçütleri, birimleri üzerinde çok söz edildi. Bu konuda yeni bir şey söylemek güç. Her kişinin meyilli olduğu, gözünün kaydığı, aklını çelen durumlar vardır. Peki, bu durumda o kişinin o hususlarda yetenekli olduğunu söyleyebilir miyiz? Veya “eli işte, gözü oynaşta” olmaktan ne anlamamız gerekir? “Oynaş”ın bir yetenek alanını belirlediğine hükmedebilir miyiz?
Yetenek hakkında yapılabilecek en genel tanım sınırı şu gibi geliyor bana: Bir durumu/işi/eylemi kendine özgü kolaylığı içerisinde görebilme yetisi. Yetenekli kişi, yetenekli olduğu alana dahil olan iş veya eylemin kolaylığını çarçabuk keşfeder. Bıkmaz, zahmetinden kaçınmaz ve onu yük olarak algılamaz. Elbette, bu, çok genel bir tanımlama olarak düşünülmeli.
Bir hususta yetenekli olan kişi, yetenekli olduğu hususla karşılaştığında hem onu çarçabuk tanır hem de onun gereklerini fazla zorlanmadan kavrar. Herhangi bir yapaylık görüntüsü vermez. Diyelim ki hırsızlığa yeteneği olan kişi, kısa sürede hem hırsızlığın bilgisel donanımını edinir hem de hırsızlığa konu olabilecek iş ve eylemleri ya da nesneyi bütün efradı ile kavrayabilir. Üstelik bunları bir sevinç ve coşku içinde yapar. Çünkü sevinç içermeyen, sevincin sıcaklığını taşımayan eylemde ya da işte yetenekten bahsetmek pek mümkün görünmüyor.
Hırsızların piri diyebileceğimiz ve yeraltı edebiyatının en büyük yazarlarından biri, J.P.Sartre’ın yakın dostu Jean Genet’nin sözleri küçümsenecek gibi değil. Gülün Mucizesi adıyla çevrilen kitabında şöyle diyor: “Çalmayı sevmek gerekir. Genç hırsız, seni, senin bile benzemek isteyeceğin o gösterişli kişi yapan düşlere bırak her zaman kendini! (……..)Davranışlarınızın güzel olması çok önemlidir.” (Ayrıntı Yayınları; 2004).
Mesele bir zafiyetten bahsetmek değil; sadece, yeteneğin kişiyi yönelttiği durumları ve bu durumlarla ilişkisini, bu durumlar içinde varoluşunu kavramaya çalışıyoruz. Aynı hususları bir kumarbaz için de söyleyebiliriz. Ahlaksız için de, erdemli için de söyleyebiliriz. Yani yetenek, yapılan işin bizatihi özüne ilişkin bir özelliktir. Yoksa, yapılan işin, bizim değerlendirmelerimize göre iyi ya da kötü olmasıyla alakalı değildir.