23 Ekim 2014 Perşembe

MÜBÂLAĞA / Mustafa Aydoğan




   Ünlü gezginimiz Evliya Çelebi'nin bir mübâlağa (abartı) ustası olduğunu bilmeyen yoktur. Olayları bazen öylesine abartır ki, bizi gülümsetir. Mübâlağanın (abartının) nihai sınırlarını zorladığı duygusuna kapılır, "bu kadarı da fazla" diyecek oluruz. Ne ki, mübâlağa, bir sanattır ve sanıldığı gibi kolay becerilebilir bir tür değildir. Bir olayı mübâlağa suyuna batırmak yetenek ister. Zeka ister. Bilgi ve dikkat ister. Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi, bir irfan adamının dünyanın hallerine ilişkin ironik bakışını yansıtan ifadelerle doludur. Evliya Çelebi, abarttığı noktadan bir sonuca ulaşıyor değildir; vardığı bir sonuçtan, ulaştığı bir kanaatten insanın insafsız ciddiyetini iğneliyordur.

Mübâlağa sanatı, bütün dünyada bilinen bir sanat olmakla birlikte, benim kanaatime göre özellikle Doğulu toplumlara hastır ve bizim kadim sanatımızda da fazlasıyla yer almıştır. Mesela minyatür, bir tür mübâlağa sanatıdır ve boyutlara ilişkin dikkatimize yeni bir bakış açısı getirir. Boyutların küçük evrenlerine eğlenceli bir gezintiye davet eder. Minyatür sanatında, basit evrenden kadim evrene doğru küçültülmüş boyutlardan bir geçiş aralığı açılır.

Türk-İslam toplumları mübâlağayı hayatın bir parçası olarak gördüler ve yeri geldiği her an ona müracaat etmekten çekinmediler. Bizim sokağımızın dili, mübâlağanın dilidir. Bugün belki çok bariz bir şekilde bu dili sokakta göremiyoruz ama sanırım bundan yüzelli-ikiyüzyıl önceki sokaklarımız bugünkünden daha fazla mübâlağaya yatkındı ve toplumun eklemlerini daha işlek ve kıvrak yapıyordu. Bugünün sokağının dili fazla ciddi ya da fazla ciddiyetsiz. Mübâlağayı, abartı sınırını ne kadar zorlarsa zorlasın, ciddiyetsiz bir form olarak göremeyiz Belki de gereksiz ciddiyete bir tür müdahaledir. Mübâlağa, sıkıntılı toplumların değil, rahat ve oturmuş toplumların dilidir. Bu açıdan baktığımızda bile, Evliya Çelebi'nin yaşadığı dönemin, rahat ve oturmuş bir dönem olduğunu söyleyebiliriz.
Divan edebiyatına "mübâlağa edebiyatı" desek yeridir. Mübâlağa sanatını kullanarak hakikat parıltılardan imgeler ve imajlar yaratmıştır.
Masallar da öyledir. Mübâlağa üzerinden insanlık macerasına açılımlar getirir. Dede Korkut, tipik bir mübâlağa örneğidir. 'Tepe Göz' tipini hayal etmiş bir zihin dünyası, ancak mübâlağa ile sağlıklı bir ilişki kurarak bu sonucu elde etmiş olabilir.
Ünlü Rus yazar Mihail Bahtin'in Rabelais ve Dünyası adlı eseri, Fransız yazar François Rabelais'nin (1483-1553) Gargantua ve Pantagruel adlı eseri üzerinden gülmenin felsefesini yapar. Karnavelesk kavramı üzerinden Batılı toplumların mübâlağa ile olan ilişkilerini irdeler.
Günümüzün bilim-kurgu filmlerini de yine mübâlağa sanatının örnekleri olarak sayabiliriz.
Benim düşünceme göre I. Dünya Savaşı, bizim, mübâlağayı mutlak anlamda kaybettiğimiz savaştır. Bu savaşta almış olduğumuz mağlubiyetin en acı sonuçlarından biri budur. Modern Batı sanatının dayandığı "gerçeklik", mübâlağanın yerine geçti. Zamanla sanatımız da, edebiyatımız da mübâlağayı unuttu. Mübâlağanın kaybı ise, bizi gereksiz ciddiyete ve kasıntıya sürükledi. Bundan kurtulmamız gerekiyor. Mübâlağayı yeniden keşfetmemiz ve bu genişlik içinden dünyaya bakmamızda fayda var diye düşünüyorum.
Mübâlağa, zekanın ve medeniyetin dilidir.
Evliya Çelebi'nin ruhu şad olsun.


23.10.2014

2 Ekim 2014 Perşembe

ŞİİR, ACI VE ALAEDDİN ÖZDENÖREN


Alaeddin Özdenören'in derin ve karmaşık acılar yaşadığını anlamak için fazla bir araştırma yapmamıza gerek yoktur. Daha ilk adımda, ilk belgede, onun macerası içindeki acılar yumağını görmemiz işten bile değildir. Ne var ki, bir şairi şair yapan temel husus, başkalarından daha derin ya da daha çok acı çekmiş olması değildir. Acı, sadece şairlere değil herkese armağan edilmiştir. Büyük sanat eserlerinin büyük acılardan doğduğunu söylemek beylik bir ifadedir. Sanatçı, daha derin acılar çektiği için değil, acıya dair her durumun bilgisine ve sezgisine idrak kapıları açık olduğu; hatta her türlü insani duruma yüksek bir bilinç noktasından bakabildiği ve bunu ifade edebildiği için sanatçıdır. Sanatçı, acıya da, sevince de; mutluluğa da mutsuzluğa da; hicrana da kavuşmaya da; ölüme de yaşamaya da, arada bir mesafe olmaksızın dokunur ve bu durumlarla insan arasındaki kader bağını keşfeder. Sanat, acıyı gidermez; acıyı acı olarak açığa çıkarır, ortalık yere seriverir. Sanatçının eylemi, gerçeği keşfedip ortaya çıkarmaktır. O, çıplak gerçekle temastan çekinmez. Sanatçıyı büyük ve benzersiz kılan da bu özelliğidir.