3 Haziran 2012 Pazar

Zafer Acar demiş ki...

Mustafa Aydoğan, az yazmayı poetik bir prensip edinmiş gibi. Az yazmak, modern şiirimizin öncülerinin Fransız şiirinden etkilenmesiyle şiirimizde kabul görmüş bir tutumdur ve Mehmet Akif ve Nazım Hikmet gibi birkaç istisna şairimiz dışında İkinci Yeni’ye kadar bütün şairlerimizce benimsenmiştir. Amerikan şiiri Poe ve Pound, Alman şiiri Rilke, İngiliz şiiri de T.S.Eliot ve Yeats sayesinde, Fransız şiirinin cimriliğe varan bu dilsel tutumluluğunu çok dikkate almamıştır.
Az yazmayı, ben Türk şiiri için bir tuzak sayıyorum, bu fikrimin gerekçelerini de daha evvelden yazmıştım, konuya birkaç eklemede bulunmak istiyorum yalnızca: Mehmet Akif ve Nazım Hikmet, niçin çağdaşları gibi az yazmayı tercih etmemişlerdir? Hiç düşünmeye gerek yok, bu iki şairimizin de uğruna hayatlarını ortaya koydukları davaları vardı. Marksist ideolojinin, şiirin ruhu sayılabilecek manayı dışlayıp maddesi olarak düşünebileceğimiz şekli öne çıkarmasına ve her şeyi estetik düzleme indirgemesine, ne yazık ki şairlerimiz tarafından ciddi bir tepki koymak şöyle dursun, bilakis ilgi gösterilmiştir.Mustafa Aydoğan

Az yazanlar, kendi doğal yeteneklerine güvenemeyen şairlerdir
Nazım Hikmet’in Marksist olmasına rağmen bu tuzağa düşmemesi ilginçtir
ve ayrıca, manayı dışlayan maddecilik, farkında olmadan maddeyi de öldürmektedir. Yoksa, çoğunluğu materyalist olan cumhuriyet sonrası şairlerimizin büyük külliyatlarının olması gerekirdi. Şair, ortaya koyduğu eserlerle fikrin kendisine dönüşür. İnsanı ayrıcalıklı kılan, insanın düşünen bir varlık olmasıdır. Salt estetik kaygıyla ortaya konulan metinler, düşünme yetisine ve ayrıcalığa sahip değildir. Özgünlüğü olmayan metinlere eser diyemeyiz; bir metin, düşünüyorsa eserdir. İşte, şairin evren karşısındaki kendisine has duruşu, onun ideolojisidir. Mehmet Akif ve Nazım Hikmet, toplumcu yanlarıyla mesajı önemsemişler, elitist bir tavır olan estetlikten kaçıp manaya yönelmişlerdir; ancak bu, onların estetik açıdan zayıf ürünler ortaya koydukları anlamına gelmez. Büyük şairler, ne yazarlarsa yazsınlar, kendilerini okutacaklarını bilirler. Sonuçta yetenek, estetiğin kendisidir.
Az yazanlar, aynı zamanda kendi doğal yeteneklerine güvenemeyen şairlerdir. Bu bir hastalıktır. Bulaşıcıdır. Ne yazık ki Türk şiiri de sağlığına hâlâ kavuşamamıştır. Büyük şiirler yazacağını hissettiğimiz kimi şairin yerinde sayması, onların da bu hastalığa kapıldığı izlenimi yaratıyor bizde. Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Hececiler, Garipçiler hep bu hastalığın yayılmasına neden olmuşlardır. Hece, dar ve az sayıda kalıbıyla çok ve rahat yazmaya zaten baştan engeldir; Necip Fazıl’ın, Akif ve Nazım gibi dava sahibi olmasına rağmen onlara kıyasla az şiir üretmesini buna bağlayabiliriz. Ama şiir dışı türlerle bu açığı kapatmıştır. Aruzun onlarca kalıbı ve kusurlara açık oluşu, binlerce mesnevinin yazılmasını sağlamıştır. Bu bağlamda hece, aruza yeniktir.
Mustafa AydoğanMustafa Aydoğan’ın şiirine bir pamuksu ses hâkim
Burada söylediklerimin Mustafa Aydoğan şiirinden kopuk olduğu sanılmasın, bilakis onun şiirlerinden yola çıkarak söylüyorum bunları. 1985-2004 arası şiirlerini kapsayan 113 sayfalık Az Önce,  Mustafa Aydoğan’ın üç şiir kitabından oluşuyor. 62 sayfalık Bugün Konuştuklarımız ise 2004 ila 2011 içerisindeki şiirlerini kapsıyor; 7 yıllık bir süreç için oldukça ince bir kitap.
27 yıldır şiirin içerisinde Aydoğan. Az ve öz yazmayı, yukarıda bahsettiğimiz gibi poetik bir tutum olarak benimsemiş; umarım, bu yazı vesilesiyle söz konusu poetik tutumunu tekrar bir gözden geçirir.
Aydoğan’ın Edebiyat Ortamı Yayınları’ndan çıkan bu şiir kitaplarını birlikte okuduğumda şairin bir üsluba ulaştığı kanaati oluştu bende. Onun şiirine bir pamuksu ses hâkim; bu ses, psikolojiyi rahatlatan türden bir ses, İlhan İrem’i hatırlattı bana; böylesi bir çılgın çağda böylesine dingin yazabilmek bence bir özgünlük. Aydoğan, son derece sabırlı, öfkeye prim vermiyor, bu açıdan biraz, çok değil yalnızca biraz, Edip Cansever ve Turgut Uyar’ı çağrıştırmıyor değil, fakat duyuş açısından onlardan apayrı bir yerde duruyor.
Sonuna dek lirik bir şair Aydoğan
Onun “Kurdela” şiiri, edebiyatımızda az bulunur bir baba şiiri. Bende “bu şiir acilen ders kitaplarına alınmalı” fikrini doğurdu. Aile içi kopuklukların arttığı bir dönemde bu şiirin işlevsel bir tarafı olduğunu da vurgulamak gerek: “Baba, diyor, öp beni/ Öp beni sesimde bir ağrı var// Baba, bir kelebek miyim ben/ Işık mıyım, neden ağrıyan bir kalbim var// Koşuyorum çıkmak üzereyim işte çocukluğumdan/ Baba, neden her şey dışımızda ve hızlı bu kadar”. Hakikaten, şair, sanki kendi kızıyla empati kurmuş ve onun sesiyle konuşmuş.
Sonuna dek lirik bir şair Aydoğan, küçük insanın ayrıntılarını irdeleyip oradan bir yalnızlığa doğru ilerliyor; kimi yerdeyse yalnızlığın ta kendisine dönüşüyor şiir, işte tam orada, öteleri yokluyor. Evet, şairin, küçük bir insan olmadığını, farklılık ve farkındalıkla yaratıldığını hatırladığı anlar da olmuyor değil: “İçimde bir kartalın şahane kanatları// Sen ki varoluş sen ki/ Bakıyorsun bende oraya buraya”. Aydoğan’ın kendi şiirini aştığı, üslubunun dışına çıktığı şöylesi mısraları da var:  “Bayım/ Bakım gerekiyor/ Günaha bileMustafa Aydoğan
Aydoğan’ın şiirine dokunmayalım, böyle kalsın, iyi
Aydoğan’da ‘90 kuşağının genel özelliklerini görmek mümkün. Kısa şiir: Erbain’in ve 80 kuşağının şiirleri doğrultusunda şiire ayıracağı sayfaların formunu belirleyen Dergah, çoğunluğu bu dergide yazan ‘90 kuşağı şairlerinin kısa şiirler yazmasında dayatıcı bir etki yapmıştır. Bugün Yedi İklim’in uzun şiire merkezlik yapması, biraz da Cevdet Karal’ın derginin mizanpajını yatay ve dikey olarak hacimlendirmesiyle ilgilidir.
İmgeyi kavramışlık ve yalın ve lirik söyleyişle kuşağının özelliklerini içselleştiren Aydoğan, kuşağının aksine kafiye ve rediften uzak durmuş, hecenin ses unsurlarını şiirine taşımamıştır. Her şeye rağmen onun şiiriyle kendi kuşağından herhangi bir şairi irtibatlandıramıyorum. Ancak,  Haydar Ergülen şiiriyle arasında bir doku yakınlığı bulunduğunu söylemeliyim. Zaten yaş itibariyle de ‘80 kuşağına, ‘90 kuşağının diğer şairlerine göre daha yakındır.
Mustafa Aydoğan’ın şiiri biraz daha inişli çıkışlı, biraz daha gerilimli, biraz daha deneysel olsaydı, demeyeceğim; şiirimizde böylesi şairler fazlasıyla mevcut, Aydoğan’ın şiirine dokunmayalım, böyle kalsın, iyi.
“Ev olsaydım birine keşke!” “Ev” diyor Aydoğan, yine mütevazı davranıyor, çünkü Türkçeye şiirleriyle bir ev olmayı başarmış zaten.

(http://www.dunyabizim.com/)

1 yorum:

  1. Mustafa Aydoğan, önce şair ve sonra editör olarak önemsediğim bir isim, böylesi isimlere çok az raslıyoruz. (Bir de, İbrahim Tenekeci ve Hakan Arslanbenzer var)

    Diyesim şu; Bir şairden bahsederken, "iyi şiirleri var" demektense, "iyi bir şair" demek isterim, Bu günün şiiri söz konusu olunca, Türk Şiirinden bahsediyorum, şiirlerini bir bütün olarak göz önüne alıp da "iyi şair" diyebileceğimiz kaç şairimiz var, sorarım? Bu çok-sık yazmanın dezavantajı değil midir? Bu gün, Ömer Erdem'i de, Zafer Acar'ı da okuyorken, iğneyle kuyu kazıyormuşum gibi hissediyorum, sayfalar sonra güçbela bir mısra.. Eğer çok yazacak ve böyle şiirler ortaya koyacak ise bu günün şairi, durup düşünmesinde fayda var derim ben. Çünkü böylelikle, yani çok yazmakla kendi gövdesini baltalamış olacaktır. İyi şiirleri de, öteki yığınlar arasında belli belirsiz birer karartıya dönüşecektir, gücü azalmış olacaktır iyi şiirlerin de.

    Şunu diyelim; çok yazıp yer yer zayıf kalmaktansa, az yazıp ve ya düzelterek söylersek, çok yazmak tasasına düşmeden yazmak daha ve herzaman makbul olmalı, olmuştur.

    İsim vermeden söyleyim, bazı ağabeylerimizi okuyoruz, kusar gibi yazmışlar yahu, ortaya çıkardıkları metni yayınlamadan evvel, ikinci-üçüncü kez okuduklarından kuşkuluyum..

    Az yazanlar, kısa şiir yazarlar çoğunluk. Çok yazanlar ise uzun.. Bana göre, çok yazmak bir dezavantaj olduğu gibi, uzun şiir yazmak da dezavantajdır. Hem “iyi şiir; ondan kelime ayıklayarak yazılır” biraz da, üst üste yığmanın bir manâsı yok sanıyorum.

    Ne kadar iyi yazıyor iseniz yazın, daha az yazarak daha iyi yazabilirsiniz. Bu her zaman böyledir. Şiir için böyle, düzyazı içinde..



    “Sonuçta yetenek, estetiğin kendisidir. Az yazanlar, aynı zamanda kendi doğal yeteneklerine güvenemeyen şairlerdir”

    Böyle düşünen biri için üzülürüm, Ama Zafer Acar’ın bunu demiş olması beni şaşırtmıyor. Çünkü kendisi çok-uzun yazıyor ve bu durumuna ilişkin bir zemin ayarlamak tasasına düşüyor burada.

    Şunu nasıl anlayamayız, aklım almıyor; Asıl az yazanlar kendilerine/yeteneklerine güvenmiş olmuyorlar mı?

    Yarına kalmak, Dergilerde ve piyasada çok görünür olmak derdine düşmeden, bu heva ve hevese kapılmadan şiir yazmak.. Aradığımız şair bu değil mi?


    M.S

    YanıtlaSil