20 Kasım 2012 Salı

SÖYLEŞİ-DERGÂH DERGİSİ (KASIM 2012)


Konuşturan: Dinçer Eşitgin

İSVEÇ (Claire Kaustell ile )

1) Edebiyat Ortamı Yayınları, Az Önce ve Bugün Konuştuklarımız (2012) adlı iki şiir kitabınızla yayın hayatına adım atmış oldu. Edebiyat Ortamı dergisi ve yayıncılığını elbette konuşuruz ama önce bu kitaplardan konuşmaya başlamak isterim.
Benim kitaplarla başlamak istedik. Bir anlamda açılışı yaparak bir yayınevinin kuruluşunu fiilen gerçekleştirmek istedik. Hem önceki kitapların baskısı tükenmişti, hem de kitap olmayı bekleyen ayrı bir şiir toplamı vardı. Az Önce, ilk üç kitabın bir araya gelmiş toplu baskısı.  Diğeri ise yeni şiirlerden oluşuyor.
Dergi çıkarmak, bir düşüncenin/bir iddianın görünür kılınmasına zemin hazırlamaktır ama daha çok düşüncenin bir “toplu görünüşüdür”. Bu “düşünsel görünürlüğün” kendi varlığını hissetmesi ve hissettirmesi ve yürüyüşün sürmesi için, yayınevi zorunlu gibi geliyor bana. Edebiyat Ortamı içinde az-çok yeni bir kuşak meydana geldi ve bunlar ilk eserlerini oluşturdular/oluşturuyorlar. Her oluşum kendi şartları içinde, kendi imkânları ile kozasını örer/örmelidir. Açıkçası, kendi şairlerimizin/yazarlarımızın başka yayınevlerinin kapısını çalmasını ve kitap bastırma zorluklarını yaşamasını istemedik.
Bende biraz çevresindeki insanları koruma tutkusu var galiba. Bu iyi mi kötü mü bilmiyorum. Bir araya gelmişsek birlikte düşünmemiz gerektiği sonucunu çıkarırım. Ve bunu bir sorumluluk addederim. Yoksa beyhude bir çabadır ötesi. Kırmızı ışıkta bekleyen yayalar gibi bir kalabalık oluşturmanın ve iki adım sonra ayrı yönlere dağılmanın anlamı yok. Birlikte var olmanın tesadüflerin sonucu değil de bir kader, bir bilinçli durum olduğunu anlamak gerekiyor. Fazla idealize etmiş olabilirim belki ama yayınevinin kurulma şartları içinde bu tutkunun önemli bir yeri olduğunu sanıyorum. Benim şahsi kanaatlerim tabi bunlar. Genç arkadaşlarımızın ürünlerinin kitaplaşması sürecinin ağırlığını sırtında taşıyan başkaları da var elbette. En başta M. Ali Bulut. Onun da hakkını yemek istemem.

2) Kendini Aynalarda Çoğaltan Şehir (1997), Bir Dolu Bakır Yaz (1999) ve Bahar Köpüğü (2004) adlı ilk üç kitap Az Önce (2012) adıyla bir araya getirilmiş. Üç kitap bir kitapta toplanırken, bazı şiirlerde değişiklik yapılmış. Bunların sebebini merak ediyorum ve tabii ki bir şairin bu tür düzenlemelere neden ihtiyaç duyduğunu…
Her şiirin yazıldığı bir an vardır, bir de yaşadığı bir süreç vardır. Şiir canlı bir varlık. Tamamlanmış her şey eksiğini kabullenmiş demektir. Kimileri şiirin “dokunulmaz”lığına inanır, kimileri de ona “dokunur”. Eksik bırakmanın da bir tadı vardır elbet, ama birlikte yaşadığımız her şeye yeniden bakma ihtiyacı da duyarız. Bakışmak iki tarafı da değiştirir. Hem bakanı hem de bakılanı. Canlılıktan ben bunu anlıyorum. Her şair şiiriyle birlikte büyür. Benim kanaatim şiirin de şairi sürekli değiştirdiği yönündedir.

Amerikalı şair Robert Bly, kitaplarının her yeni baskısında birçok şiirinde düzeltmeler yaparmış. Daha birçok şair var böyle.
Şiirlerime her dönüp bakışımda onlarla muhabbet ilişkisi kuramıyorum ben. Birbirimizden memnun olduğumuz pek söylenemez. Ne harika şeyler yazmışım düşüncesine düşemiyorum hiç. Onların her zaman benden bir alacakları olduğunu düşünüyorum, şiirlerime karşı kendimi hep borçlu hissediyorum. Onların beni büyüttüğünü ve kulağıma geleceğime ilişkin kehanetlerde bulunduklarını hissediyorum. Ne zaman kitaplarımı yeniden açsam çelişik duygular içerisinde oluyorum ve onlara karşı mahcubiyet hissi içerisinde kalıyorum. Bunun biraz mükemmeliyetçilikle de alakası olabilir. Hep bir eksiklik, tamamlanmamışlık duygusu yani.

3) Bugün Konuştuklarımız,  “Hayat / Bir söz bekliyordu / Sustum” diyerek başlarken “Anlatmayı bırak.” vurgusuyla sona eriyor. Büsbütün susmasa ve anlatmayı bırakmasa bile, giderek sözü azaltmanın peşine mi düşmek istiyor bir şair olarak Mustafa Aydoğan?
Şiirin de kendi miracı var. Bizi bir miraca hazırlıyor sanki. Ama çıktığımız kendi yükseğimiz. İnsanın kendi yükseğinde bulacağı şey sözden başka şey olsa gerek. Özellikle Bugün Konuştuklarımız’da zamanın ve tecrübenin fısıltısını da duymuş olmalıyım.
İnsanın kendine doğru koştuğu bir aralıktan bakıyorum ve oradan metafizik bir yorumla çıkıyorum. Realitenin sesi bende pek yankı bulmaz. İnsanın “buraya” geldikten sonra çektiği acıların değil de, insanın “âdem” olmaklığıyla doğasında mevcut acziyetin daha ızdırap verici olduğunu ve aslında acı diye yorumladığımız bütün olguların bu acziyetin birer görüntüsü olduğunu düşünüyorum. Hayat söz bekliyor ama hakikat bana susmam ve secde etmem gerektiğini söylüyor. Bunun da sonu gide gide lirizme çıkıyor. Metafizik olanın, insanı dünyada lirik kıldığını, dahası bir “lirik duruşa” mecbur kıldığını sanıyorum. İnsanın doğal duruşu, katışıksız ve ilk-el duruşu “lirik bir duruş” olarak görünüyor bana. Buraya da şuradan varıyorum; insan aslında toplumsal bir varlık değil, sosyalliğe mecbur kılınmış bir varlıktır. O, yeganeliği içerisindedir hep. Onun en aydınlık olduğu mekân, kendi biricikliği içerisinde bütünlüğüne kavuştuğu mekândır. Bu mekân ise ancak sonsuz olanla geçici olanın kesiştiği noktada zuhur eder. Bir merakla soruyorum: Eğer bu alanda, bu mekânda bir söz vuku bulacaksa bu söz şiirden başka bir şey olabilir mi? Susmaya en yakın dil şiir olsa gerek.
Buraya kadar söylediklerim poetik anlayışımla ilgili. Karakterimle ilgili tarafları da var. Çok yazmak benim tabiatıma uygun değil galiba. Bundan pek memnun olduğumu söyleyemesem de mecbur olduğum ya da mecbur kılındığım bir şey gibi sanki. Çok konuştuğum zaman da başım ağrır mesela. Bir de tabi şiirsel olanla kurulan ilişki biçimi var. Ben, başka şairlerin olmadığı bir dünyada hiçbir şey yazamazdım galiba. Yani, başka şairlere sürekli gidip gidip gelirim, onlardan hız almaya çalışırım. Bu da yazma sıklığımı azaltıyor olabilir.


4) Bir yazınızda “Edebiyat Ortamı Yayınları yakın zamanda faaliyete başlayacak. Bir aksilik olmazsa… İlk yayınlarımız arasında Türkiye’nin önemli şairlerini tanıtacak el kitapları şeklinde kitaplar yayınlamayı düşünüyoruz. Bir seri halinde… Biraz geniş bir okur kitlesine seslenen, yalın ve tatlı bir okunurluğa sahip yayınlar olmasını istiyoruz bunların. İşte, bu kitaplardan ilki Alaeddin Özdenören kitabı olacak.” demiştiniz. Bu kitaplar ne zaman okuyucuyla buluşacak? Edebiyat Ortamı Yayınlarının bundan sonraki programından biraz bahsetseniz...

Bu bir projeydi, hâlâ bir proje olarak duruyor ve gerçekleştirmek istiyoruz. Alaeddin Özdenören ile başlamak istiyoruz çünkü hem şahsen Alaeddin Özdenören’i çok severdim hem de onun bu dünyada bulunuş biçimi fazlasıyla şairce gelmişti bana. Alaeddin Özdenören’in şiirlerinin yeniden gündeme gelmesini, bir şair olarak varoluşunun bilinmesini istiyorum/istiyoruz. Sonra bu tür kitapların edebiyat ortamına canlılık veren, hareketlilik kazandıran bir tarafı var. Bu tür seri halde kitaplar yayınlamak özellikle genç kuşak için bir takım yararları içinde barındırıyor. Biyografik eser, sanatın “zengin” hayatların bir sonucu olduğunu ortaya koymasıyla ayrı bir önem taşıyor. Aslında her sanat eserinin arkasında renkli ve dingin hayatlar vardır. Yani, esas olan sanatçıdır. Sanat, bir sonuçtur. Bir yaşama biçimi, bir varoluş biçimi olarak sanatçı duruştur esas olan. Bu tür yayınların en büyük faydası bu gerçeği hatırlatıyor olmasındadır. Çünkü acının da sevincin de “dışarıdan” sanatçıya yansıyan bir şey olarak değil de, onun olgulara bakışı ve onları yorumlayışı olarak düşünüldüğünde daha doğru bir tanıma kavuşacağını sanıyorum. Çünkü, en çok acı yaşayan değil, acının mahiyetini en iyi kavrayan kişidir sanatçı. Onun hadiselerin arasındayken aldığı tutum ve onlarla kurduğu ilişki biçimi açımlayıcı, açıklayıcı ve aydınlatıcıdır. Bu nedenle, iyi yorumlanmış bir şair hayatı, şiir kadar önemlidir. Umarım, bu projemiz hayata geçer.

5) 2007 yılının ikinci yarısından sonra konuşmaya başladığımız ve 2008’in ilk aylarında yayın hayatına başlayan Edebiyat Ortamı dergisi 5. yılına ve 28. sayısına ulaştı. Bu beş yıla dönüp baktığınızda, yola çıkarken konulan hedefler ile derginin bugün geldiği yer hakkında neler söylemek istersiniz?
Galiba iyi bir yere geldik. Benim şahsi kanaatim hayırlı ve doğru bir yere gitmekte olduğumuz yönünde. En çok “şaşırmak”tan korkuyordum, “şaşırtılmadık”. Yani, felsefemiz umduğumuz “temizlikte”  kaldı. Bu ne demek? Şu demek: Düşünce ve ahlak berraklığını korumak ciddi bir dikkat gerektiriyor. Bu dikkati sağlayan şey de samimiyet ve duadır. Mesele, başarmak meselesi değil galiba. Başlarda korkularım vardı. Sonra sonra bitti o korkular. Sadece kendini “gerçekleştirmek” ve heybede olanı açmak. Benim kanaatime göre bir dergi yenilik peşinde olmaktan çok “dirilik” peşinde olarak devam edebilir ve bu sağlandığında çok şey sağlanmış olur. Yenilik, biraz da lütuftur. Ama diri kalmak insanın kendi kontrolüyle gerçekleşebilecek bir şey. Bir de “süreç”in söz konusu olduğu durumlarda “dirilik” başköşeye oturur. Yeni, başka bir yeniyle eskiyebilir ama “dirilik” devamlılığa katkı sağlar ve hiç tükenmeden devam ettirilebilir. Dirilik derken, öncelikle az önce bahsettiğim “temizliği” anlıyorum, sonra “yorulmamayı” anlıyorum, sonra dikkatin “körleşmemesini” anlıyorum. “Nereye gidiyorduk”… bunu unutmamaktır önemli olan. Aksi takdirde hırs devreye girer ki başlangıçla sonuç apayrı şeyler olabilir.

6) Birçok yıllık yayımlanırken şiir yıllığı hazırlamak fikri nerden doğdu?
Şiir yıllıkları öteden beri, yaklaşık 20 yıldır Türk şiir ortamının gündeminde yer alıyor. Tepkinin pek olmadığı edebi ortamımızda en fazla tepki alan konulardan biri. Yani, önemseniyor ve kendince belirleyici bir etkisi var.
Ben şiir yıllığını bir amaç olarak çıkarmadım, bir tepki olarak çıkardım. Yaklaşık 30 yıldır şiir dünyasının içindeyim ve 20 yıldır da şiir yıllıkları yayımlanıyor. Açıkçası, bugüne değin yayımlanan birçok yıllıkta şiir penceresinden çok politik ve ideolojik bir pencereden bakıldı ve bu yanlışta ısrar edildi. Mehmet H. Doğan’ın hazırladığı yıllıklarda nasıl bir ideolojik konsept oluşturduğunu biliyoruz. Belki de hinterlandı o kadardı, bilemiyorum. Suçlayarak bir yere varılamayacağını bildiğim için şunu söyleyeyim ki aslında Doğan da Türkiye’nin algı problemine maruz kalmış bir kişiydi ve içinde bulunduğu toplumun zafiyetine boyun eğdi.  İsteseydi de başka türlü davranamazdı, diye düşünüyorum. Ya da başka türlüsünü isteyebilecek bir kapasiteye sahip değildi. Sonuçta, kendince bir bakış açısı oluşturdu ve yazılan/yazılmakta olan Türk şiirini dar bir çerçeve içerisinde gördü ve gösterdi. Mehmet H. Doğan’ın şiir anlayışı, metafizik şiirin yokluğuna hükmeden ya da metafizik şiiri yokluğa mahkûm eden bir anlayıştı ve kendince bir karşılık da bulmuştu. Ölümüyle birlikte, yıllık el değiştirdi ve Baki Asiltürk tarafından çıkarılmaya başlandı. Sonraları başka yıllıklar da yayımlanmaya başladı. Ne ki mantıkta bir değişiklik olmadı. Benim kanaatim, bir şeyi ilk defa yapanın bırakacağı miras içerisinde etik anlayış da vardır. Miras bıraktığı şeyin ahlakını da miras bırakır. Öyle de oldu. Sonra çıkan yıllıklarda da durum değişmedi.
Türkiye parçalı bir zihne sahip. Bir türlü kendine gelemeyişinin ve seviyeyi yeterince yükseltemeyişinin arkasında da bu eksilik yatıyor. Özellikle edebiyatta, bilhassa şiirde bu parçalılık daha belirgin. Türkiye’de aslında birçok yıllık yayımlanmıyor. İki farklı yıllık yayımlanıyor: Edebiyat Ortamı Şiir Yıllığı, yeni bir ses ve yeni bir bakış açısı olarak geldi, ortaya oturdu. Böyle olunca da öteden beri süregelen yıllık anlayışı (bana göre) bir tedirginlik yaşadı. Bazı yıllıkların artık çıkmayacak oluşunda bu tedirginliği katkısı olduğunu sanıyorum. Neydi o tedirginlik, şuydu: Türk şiiri gösterilmek istenenden daha büyük, daha geniş ve daha canlı bir hinterlanda sahip ve asla bir tekelci anlayışın bakışıyla ve baskısıyla sınırlandırılması mümkün değil.
Edebiyat Ortamı Şiir Yıllığı, aslında bir tepkinin sonucunda doğmuştur ve bu benim üzerime kalmıştır. Keşke kalmasaydı. Şiir yıllığı çıkarıyor olmaktan mutlu olduğumu söyleyemem, sadece mecbur kaldığımı söyleyebilirim. Düşünsel bir mecburiyettir bu. Yanlışlığa ve haksızlığa tepki koymam gerekiyordu, kendimce. Bunu yaptım. Bugün itibariyle çıkarmaya adaylar olursa onlara devretmeye hazırım. Her türlü imkânıyla birlikte. Zor ve zahmetli bir şey çünkü. Hakkaniyet sınırlarını aşan, eleştiri mantığının dışına çıkan, şahsi hırs ve öfkelere muhatap olmak ise en acı veren tarafı. 

7) Hem bir edebiyat dergisi yönetmek hem de şiir yıllığı hazırlamak edebiyatta bir iktidar alanına soyunmak gibi algılanabilir. Bir şair olarak bu algı sizi ürkütmez mi?
İktidar olmadığınız yerde hükmünüz olmaz. Şiir de, sanat da, edebiyat da bir siyaset biçimidir. Dergi çıkarmak da hükmetmek kastı taşır eğer biraz daha derine inersek.
Ne için dergi çıkarıyorsam, aynı şey için yıllık çıkarıyorum ve aynı şey için şiir yazıyorum. Benim bu dünyada bulunuşumun bir amacı var. Bir birey olarak sorumluluğum var. Bir Müslüman olarak sorumluluğum var. Ben hüdayinabit değilim ki…
Sözümüzü karşımızda biri bulunduğunu farz ettiğimiz için ya da karşımızda biri bulunduğunu bildiğimiz için söyleriz ve isteriz ki etkili olsun. Hem hayırlı hem etkili olsun. Başkası yoksa söze gerek kalmaz. Başkalarının varlığına ilişkin bilgimiz ve tecrübemiz bizi eyleme geçirir ve oradan bir yankı almak isteriz. Dünyanın neşesi bu yankıdan doğar. Dergi de, yıllık da, kitaplar da, düşünceler de bu yankı içinde doğar ve batar. Başkasının olduğu yerde etkileme tutkusu kaçınılmazdır. Kim kaçınabilir ki bu tutkudan? İktidar, bu tutkudan doğan bir şey olsa gerek. Oysa bu tutku beşeri bir duygudur. Önemli olan doğruda ve güzelde kalabilmek.
Bir de dergi çıkarmak kendi çevresini de oluşturan bir şey. Dergi, yalnızlığı sevmiyor galiba. Yanında kitap istiyor, yanında yeni kuşaklar istiyor, yanında yıllık istiyor, yanında vs. vs. Öteden beri süregelen tarz da bu. Elbette bütün bunlar ana fikrinizin birer göstergeleri olarak ortaya çıkıyor. Sözün ve yazının içinde yer aldığı formlar olarak beliriyor. Önemli olan ne söylediğiniz ve ne için söylediğinizdir ama nasıl söylediğiniz de önemlidir. İşte yıllık bunun için var. Dergi bunun için var.

8) Edebiyat Ortamı dergisinin ek olarak verdiği şiir ve hikâye yıllıkları nasıl tepkiler alıyor? Bu tepkileri göğüslemek kolay olmasa gerek. Çünkü maalesef şiir yıllıkları ülkemizde daha çok bir hesaplaşmanın aracı olarak kullanılır hale geldi.
Bazen, çok sıkıcı tepkiler alıyoruz.
Yapılan işin gerçeğinin yeterince görülemediğini ya da görülmek istenmediğini düşünüyorum. Tartışma zemini bile kalmıyor bazen.
İki yıllık da çıkmaya devam edecek. Sadık ve ben bıkmadığımız sürece çıkmaması için bir neden görünmüyor. Önemli olan çalışmak ve dikkatleri doğru ve nitelikli olana çekmektir. Kendimizce tabii. Her şeye rağmen yıllıkların önemsendiği ve dikkate alındığı bir gerçek. Öykü yıllığı ise alanında bir ilk.

9) Edebiyat Ortamı dergisi gençlerle özel olarak ilgilenmeye çalışıyor. Bu ilginin bir sonucu da Server Vakfı Edebiyat Ortamı Şiir Ödülü. Hem genç şair ve yazarların dergiye ilgisini hem de Edebiyat Ortamı’nın gençlere olan ilgisini bir de sizden dinlesek….
Gençleri seviyorum. Edebiyat ve özellikle şiir biraz da genç işidir aslına bakılırsa. Her genç yeni bir nefestir. Biz özellikle şiirde şöyle bir tarz uyguladık; şiirde ümit vaat ettiğini düşündüğümüz ve ilk defa şiir yayınlayan gençlerin beş şiirine birden yer verdik. Beş şiir, okura da o genç şair hakkında bir bilgi verir. Bu aslında açık oynamaktır bir bakıma. Risk almaktır. Ama yapılacak da fazla bir şey yok. Üç şiirine yer verdiklerimiz de oldu. Mesela Yunus Melih Özdağ, Muhammet Safa, Kübra Bilgin ve son olarak da Enes Talha Tüfekçi’nin şiirlerini böyle yayınladık. Ayrıca, Emre Döğer, Kahraman Çayırlı, Hasan Hüseyin Çağıran gibi isimlerin şiirlerini tek tek yayımladık. Bu isimlerin hepsi Edebiyat Ortamı’nda belirginleşmiş isimler. İlk ürünlerini bu dergide yayınladılar. Ayrıca iyi bir denemeci olarak Mustafa Karadavut’u anmak lazım. Umarım gayretini düşürmeden sürdürür. Ayrıca, Emre’nin, Yunus’un, Kahraman’ın ve özellikle Hasan Hüseyin’in de iyi birer denemeci olduğunu sanıyorum. Bu isimlerin zaman içerisinde kendi şiirlerini ve denemelerini belirgin kılmaları tabii kendi çabalarına bağlı. Ama ilk ürünlerinden itibaren yere sağlam bastıklarını sezinliyorum.
Gençlere her zaman öncelik verdiğimizi belirtmek isterim. Kimi zaman hayranlıkla izliyorum onları. Şaşırtıcı şiirler ve yazılarla çıkıp geliyorlar. Bize de yayınlamaktan başka çare kalmıyor.
Bizim kesimde –hadi böyle söyleyelim- ödül sistemi pek işlek değil. Bu konuda en ısrarlı kurum Türkiye Yazarla Birliği olmuştur. Oysa daha fazla olmalıydı. Ödül vermek, önermektir. Takdir etmektir. İltifat etmektir. Marifete iltifat etmek gerekir. Ödülün etkileyici olduğunu ve kamusal bir yankısının bulunduğunu söylemeye gerek yok. Nedense bizim kesim pek uzak kaldı ödül sistemine. Birkaç deneme yapıldıysa da ömürleri kısa oldu. Tartışmalara fazlasıyla açık bulunsa bile ödül sistemini denemekte ve sürdürmekte fayda var. Ödül aslında sadece ödül alanı değil belki daha fazla olarak ödüle aday olacakları etkileyen bir sistem. Bence parasal limitlerin daha fazla olması lazım. Bizim gücümüz pek azına yetiyor ama büyük ödüller vermek gerekir. Hatta dünyaya açık ödül sistemleri kurmak lazım. Dedik ya, edebiyat bir yanıyla siyasettir. Dünyaya söz söyleminin bir yolu olarak ödüllerin kurumlaşması ve işlevselleştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Batı’da onlarca ödül veriliyor. Boşuna değil. Hareket ve müdahale ederek etkili olunabilir. Üstat havalarına girerek değil. Dünyada pek az şey vardır kendiliğinden cereyan eden. Her şey bir müdahaleye ihtiyaç duyar. Ödül, bir karşı müdahaledir.
Gençlerden çok fazla mail alıyoruz. Birçok iyi şiir ve yazı geliyor. Biz içlerinden en iyilerini seçip yayınlıyoruz. Tabii, bir-iki iyi şiir ya da yazıyla bir yere gitmek mümkün değil. Geleceğe ilişkin ümit verici olmasına da dikkat ediyoruz. Bunu nasıl biliyoruz ya da görüyoruz? Tabii ki sezgiyle, bir tür ilhamla. Bazen yanılsak bile bu sezgilere ve ilhamlara dayanmaktan başka şansımız yok. Bugüne değin pek yanıldığımızı söyleyemem.

10) Bir şiir/şair sadece yeni/genç olduğu için ya da böyle görünmeye çalıştığı için değerli kabul edilebilir mi?

Gençlik yaşa ilişkin bir durumdur. Her yaşın kendine özgü duygu biçimleri olsa gerek. Yaşlı insanlar “genç” olamazlar ama “diri” olabilirler. Zaten geleceği “dirilik” olmayan bir “genç” için hayat zordur.
Gençlik önemli elbet ama şiiri ya da yazısı “gençlik aşısı” taşımayan, “dirilik” emareleri göstermeyen kimseyi ciddiye alamayız. Genç olmak tek başına bir değer ifade etmez. “Fark ediş” aralığını bulmuş olması gerekir. Acemiliğin dikkatine sahip olması gerekir. Ustalığın küstahlığına talip olanla bir yere gidilemez. Kimin ne yapmak istediğini aşağı yukarı sezinlemek gerekir. Bazen, sezgi kadar önemli bir rehber yoktur. Sezgi, kendini ilhama teslim etmiş dikkattir. Ben iyi editörlerin güçlü sezgi sahipleri olduklarına inanırım. Sezgi daha çok gençleri tanımada ve tanımlamada işlevseldir. İleri yaş kuşağındaki kişiler zaten göz önündedir. Onlar için sezgi rehberini kullanmaya gerek yok.  Genç, rüya gibidir. Sana rağmen var olur ve ele avuca sığmaz. Sonra hangi rengin arkasından hangin rengin geleceğini; hangi şeklin arkasından hangi şeklin geleceğini bilemezsin. Onu iyi yorumlamak ve yaklaşık tanımlamalar bulmak gerekir. Bu ancak sezgi ile yani “ilhama teslim olmuş dikkat”le gerçekleşebilir.

11) 2012 Şiir Yıllığının önsözünde genç şairler için bir tehlikeden bahsediyor ve Turgut Uyar şiirinin genç kuşak üzerindeki abartılı etkisinden yakınarak, bu şiirin genç şair için sizin adlandırmanızla bir ‘pranga’ya dönüştüğünden bahsediyosunuz. İki yıl önce de “Yeni Moda: İsmet Özel’e Yergi, Turgut Uyar’a Övgü” (Eylül-Ekim 2010) adlı yazınızda, yine benzer noktaya dikkat çekmiştiniz. Turgut Uyar şiirini, tekrar tekrar bir tehlike olarak işaret etmeniz dikkatimi çekiyor doğrusu…
Uzun zamandır İkinci Yeni’ye giden yolların çoğu, belki de hepsi Turgut Uyar’a çıkar oldu. Benim sorum şu: Neden Turgut Uyar? Bir tercih mi, bir yönlendirme mi? “Tehlike”li olan bizatihi Turgut Uyar’ın şiiri değil ya da benim vurguladığım bu değil; tehlike, sokağın teke inmesi ve çıkar yolu’n işaret edilmesidir. Ya yol çıkmaz sokaksa ne olacak?
İkinci Yeni’nin mihenk taşı Turgut Uyar şiiridir. Nedir İkinci Yeni, diye sormak gerekir burada, ya da ben nasıl görüyorum? Realitenin büyüsüdür. Tek fazlı bir elektirik gibi. Metafiziğin kablosu kesilmiştir. Turgut Uyar şiirindeki realite ya da gerçeklik duygusu insanı çıplak bırakan bir duygudur ve varlığı kavrayışı sığdır. İkinci Yeni’nin konforunu yaşayan bir şairdir o.
Aslında, meseleye Uyar’dan başlayarak değil de bugünden Uyar’a doğru giderek baktığımızda hem Uyar’ın yeri açısından hem de şiirin geldiği yer açısından doğruyu daha net görebiliriz diye düşünüyorum. Bugünün şiiri üzerindeki “dünyevilik” kabuğunun yoğunlaşmasındaki neden nereden kaynaklanıyor? En çok okunan ve kendisinden en çok bahsedilen şairin Turgut Uyar olduğu dönemde bu sonuç ortaya çıkıyorsa, bunu nasıl yorumlamamız lazım? Tehlikeli olanın ne olduğunu buradan bakarak daha iyi görebiliriz gibi geliyor. Yani Turgut Uyar’la ilgili ama Uyar’ın bizatihi kendi yapıp-etmesini aşan bir durum da var. Müslüman dünya görüşüne sahip şairlerin bile etkilenme kaynağının Turgut Uyar olduğunu görüyorum. Sadece biçim olarak değil, algılayış ve varlığı kavrayış olarak. Mesela Sezai Karakoç’u atlıyorlar. Bu ilginç değil mi sizce? Tuhaf değil mi? Moda derken kastettiğim bu. Tehlike derken kastettiğim de bu. Üstelik aradan elli yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ dönüp dönüp oraya gidilmesi kendi başına bir handikap değil mi?
Türkiye’nin kaderi ile mevcut şiirin aktığı yön arasında bir ilişkinin, korelasyonun olması gerekir. Bunu vurgulamaya çalışıyorum. Modern dünya, dahası postmodern dünya metafizik olanı ya görmek istemiyor ya da onu sığ bir alana çekmeye çalışıyor. Buna karşı dikkatli olmak gerekir. Şiirin bir avuç hevesten kaynaklanmadığını biliyoruz. Kelimelerin ruhunun aşkın sesiyle dolması gerektiğini de biliyoruz. İnsanın kendi macerasına bakacağı nokta dünya penceresi değil, ötedünya bilincidir. Burada da esas olan aşk’tır. Bizim sesimiz hayret’le çalkalanan, hikmet’le durulan bir sestir. Demek istediğim bu. Hepsi bu.

12) Genelde sanat özelde şiir üzerine yazdıklarınızda sıkça kullandığınız bir anahtar kelime var: ‘metafizik’. Metafizik derken neyi kastediyorsunuz?
Fizikötesini. Bu dünya ve öte dünya bileşkesini. Hakikati. İlahi olana açık kapıyı. İnsanın bir hüdayinabit olmadığını. Tabii, büyü de bir metafiziktir ama benim kastım o değil. Belki “hakikat” kavramı ile izah etmek daha doğru. Bu kavramı, yani metafizik kavramını Sezai Karakoç’tan ilhamla kullanıyorum. Daha çok onun yerleştirdiği zeminden bakarak kavrıyorum. Edebiyat Yazıları I’de şöyle der metafizik için: “Bizim metafiziğimiz, Tanrı ve ahret inançlarıyla şahdamarında gürül gürül canlı bir kan akan bir metafiziktir: İslam uygarlığının temel ilkesi olan mutlaklık âleminin bu dünya penceresinden görülen manzarasıdır…
Evet, hayatımızı metafiziğe ve metafiziği uygarlığa bitiştirmeliyiz. Dinin içindedir o. Din de onunla kucak kucağadır. Öyle ki bizim anlayışımızda, din, uygarlık ve metafizik, birbirine kopmaz bağlarla kenetlenmiş, birbiriyle iç içe geçmiş, birbirinden ayrılmaz, somut bir hakikat bütünü, yaşantısı ve tarihidir”.
Benim sanat ve şiir anlayışım da bu tür bir metafizik anlayış içerisinde oluşmuştur. Dolayısıyla sanat ve şiir üzerine yazarken ve bunları tanımlarken kalkış yaptığım nokta metafiziktir. Allah’ın yegane güç ve belirleyici olduğu bir varlık tasavvuru. Ondan geldiğimiz ve ona döneceğimiz tek varlık. Metafizik algıdan yola çıkmadığımızda düşeceğimiz birçok tuzak var.    

13) Peki şiir-metafizik ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz?
Yunus Emre’nin şiirlerini okurken hissettiğim dünyanın, beni içine çeken dünyanın fiziği aşan bir tarafı var. Eşyanın sesi hoş gelir ama aslında fazlasıyla gürültülüdür. Eşya bile metafizikle kendi gerçeğine kavuşur.
Şiirle ilişkimizi belirleyen şey nedir acaba? Yaratılmış bir varlık olarak insanın sürekli hatırlaması gereken bir yegane varlık var. Bütün seslerin ve sözlerin hem kaynağı hem de muhatabı o. Bizim en küçük yapıp-etmelerimizden en büyük eylemlerimize kadar her olup bitenin gerisindeki hikmete kulak verdiğimizde duyacağımız esas ses ne ise şiirimizin de sesi odur. İnsan kendisini boşlukta bulmadı. Günlük ilişkilerimiz bile bizim algılama ve inanma biçimimiz tarafından belirlenir. Eşyaya nasıl bakıyorsun, olaylara ve olgulara nasıl bakıyorsun, kendini nerede konumlandırıyorsun, sorumluluklarının sınırını çizen çizgi başlangıç noktasını nereden alıyor? Sokrates bir şey anlatıyor: Kuğuların Sesi. Kuğular öleceklerini anlayınca neşeli tonlarda sesler çıkarmaya başlarmış. Bazıları bu sesi ölümün ağırlığına ya da ölüm tedirginliğine yorarmış. Sokrates, hayır diyor, kuğular tanrıya kavuşacaklarını anladıkları için neşeleniyorlar.
Kimin kalbinde ne varsa, diline ve kalemine onu sızdırır. Aynı şeye muhatap olsak bile farklı duygular içinde, dolayısıyla farklı yorumlar içinde ayrılabiliriz oradan. Şiirin sesi hikmetin sesidir. Alman lirik şair Hölderlin ne diyor: “şiir uğraşların en masumudur”. Bu masumiyeti, insanın hakikati ile yüzleşmesi olarak anlayabiliriz. Ancak böyle masum kalabiliriz çünkü. Yoksa şiir de bize ihanet edebilir. Şairlere ilişkin uyarıyı, Kur’an’daki uyarıyı unutmamak lazım.
Şiir bedenin mi ruhun mu emrinde? Beden geçicidir, ruh ebedi. Sonsuzluğun sesi, hikmet’in ve hayret’in sesini fısıldar bize. İslamın düşünce tarihini “aşk tarihi” olarak da yorumlayabiliriz diye düşünüyorum. Bütün büyük düşünürlerin geldiği nokta burası. Aşk, her şeyin başlangıcıdır çünkü. Allah’ın insana en büyük lütfudur. Şiir ise, realitenin tuzağından ancak aşk ile kurtulabilir.

14) Bugün şiirin ana damarı nereden akıyor?
Türk şiiri, her zaman olduğu gibi yeni bir arayış içerisinde ve bu arayışın güzel örneklerinin verildiğini de söylemek lazım. Aslında bütün itirazlarımız ve eleştirilerimiz bu arayış sürecinin yatağının genişlemesi ve renklenmesine yönelik. Metafizik bir kanal her zaman oldu ve olmaya devam edecek. Bunun biraz daha görünür hale gelmesi belki zamanla gerçekleşecek. Postmodern dünyanın baskısından kurtulup, eleştirel ve öfkeli şiirin daha derinlikli ve varlık karşısındaki hayreti ve haşyeti belirgin kılıcı bir şiire doğru yol alması gerekiyor. Alıyor ve alacak.

15) Bu keyifli sohbet için teşekkür ederim
               -Ben senin ilgine ve çabana teşekkür ederim

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder