23 Nisan 2012 Pazartesi

MUSTAFA AYDOĞAN'LA "BUGÜN KONUŞTUKLARIMIZ"/Sadık Yalsızuçanlar

Az önce’den sonra, Mustafa Aydoğan’dan yeni bir şiir kitabı geldi: Bugün Konuştuklarımız. Şair, ‘kırkbeşinde sustum’ diyorsa da, acılar, hele büyük acılar dilsiz de olsa, konuşmayı sürdürdü, bize, yeni bir şiirsel mektup gönderdi. Bugün Konuştuklarımız, Edebiyat Ortamı Yayınları(EOY)’nın 6. Kitabı. Şiir dizisinin ise ikincisi. Birincisi, yine, Aydoğan’ın ilk üç kitabının toplu basımı: Kendini Aynalarda Çoğaltan Şehir, Bir Dolu Bakır Yaz ve Bahar Köpüğü. Sırasıyla, İz, Kaknüs ve Hece Yayınları’nca yaymlanmıştı.

Mustafa Aydoğan’ı, ilk kitabı, Kendini Aynalarda Çoğaltan Şehir’le tanımıştım.

Şiirlerini -kendisiyle yakinen tanışmamamıza rağmen- okurken hep bir ruh akrabalığı hissettim. O’nunla Bugün Konuştuklarımızı, o zaman, bence en sahih iletişim ortamı olan şiirin içinde zaten konuşuyorduk. Ama Aydoğan’ın gittikçe daha yalınlaşan -zorunlu ve haklı olarak-, arınan, dinginleşen dili bana daha yakın göründü.

Az Önce’de önceki şiirlerinin tümünü okur bir arada bulabilecek. Bugün Konuştuklarımız’la da, şairin sanırım 2004’ten sonra, özellikle de Edebiyat Ortamı’nın yayınından sonrakileri, otuz bir şiiri okuyabilecek.

Aydoğan, hamuru şiirsel dille yoğrulmuş bir iklimden: Kahramanmaraş’tan. Hal sari imiş. Şiir de öyle. Kamil ve Feramuz Aydoğan’ın da edebiyatla ilişkisini biliyoruz. Kamil bey, bu kanatime ‘gatılır mı?’ bilmiyorum ama, hem ailenin hem Maraş’ın mayasındaki şiir, İbn Arabi’nin eserlerinde ‘maye-i Muhammedi’ olarak geçen, Prof. Dr. Yalçın Koç’un, ‘Anadolu mayası’ dediği o öz hala insanlara aşk ve hikmetle söyletiyor. Necip Fazıl, Cahit Zarifoğlu, Nuri Pakdil, Erdem Beyazıt, Özdenören’ler ve diğer ustalar... Mahzuni, Abdurrahim ve Bahattin Karakoç’lar -üstad Sezai Karakoç’ta yanlış hatırlamıyorsam Maraş’ta uzun yıllar kalmıştı, orta öğrenim yılları burada geçmişti- Kul Ahmet ve diğer aşıklarıyla bu iklim, o ‘maye’ ile mayalanmıştır. Mustafa Aydoğan, ilk gençlik yıllarından itibaren Ankara’nın Eylül sonrası sarı, zehirli havasını da soluyunca, şiirindeki melal koyulaşmaya başlamış.


SU, SÜT VE KUYU ÜZERİNE

Aydoğan, ‘suyun içinden geldim’ diyor. Su, hakikattir. ‘Biz hayatı sudan yarattık’ buyurulmuştur. Su, hem temiz hem temizleyici olan iki şeyden biridir. Diğeri, ehl-i beyt-i Mustafa’dır. Zaten Mustafa, seçilmiş, arınmış, saflaşmış demektir. Şair, derya-ı dürr-i ıstıfa...der. Hz. Mevlana ise, ‘saf aynayım ben, sırrım dökülmemiş’ buyurur. Varlığı uyutan su imiş, diyor şair. Vücud’u, varlık anlamında okumayı yeğledim. Ama o, bizatihi bedeni kastediyor olmalı. Sonrasında, İsmail ve Hüseyin’e gönderme yaparak, asıl kusursuzluğun susuzlukla mümkün olacağını söylüyor. Ardından bizi bir kuyuya çekiyor. Kuyu, geleneksel şiirimizde ruhun düşmüş olduğu teni ifade eder. ‘Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın’ bu imayla doludur. Derdini kör kuyulara bile söyleme, öğüdünü hatırlayalım. Düştüğümüz kuyunun üstünde gökyüzü var mıdır? Bulutlar ya da ay var mıdır gecelerimizde? Karanlık yaralarımızı kapatıyor mu? Düştüğümüz boşluğa sığabiliyor muyuz? Tenimize saldıran sessizlikle konuşabiliyor muyuz? Aydoğan, Kuyu’dan peşpeşe böylesi sorular soruyor. Ardından bir düşüş öyküsü. Bu, kozmik hikayemiz. Canın tene girişi. ‘Anamızdan düştüğümüzden beri’ diyor. Düşüşlerin her türlüsünü öğreniyoruz. Bir yerimizin kırılmadan, kopmadan çağrılı olduğumuz yere dönmemiz mümkün mü? Şair saflığı işte. Kimbilir hangi cenderelerden geçiyoruz? Kutsal Kitap’ta, ‘ellibin senelik bir yolculuk’ deniyor. Çağrıldığımız mekana, mekan değil de mekanet demek daha yerinde olacak. Mekanet lamekandır. Açıklanışın çınlayışı’nda k ünsüzüyle kakafoniye düşmeksizin kıvrım kıvrım cismimize dolan göğün dile indirilişi söz konusu. Her şey yakın ve berrak mı gerçekten? Lale Müldür’ün dediği gibi, bir var bir yok mu, yoksa? ‘Bazen bir şey görünür gibi oluyor / bazen bir şey görünmüyor / bazen bir şey görünür gibi oluyor / bazen bir şey görünmüyor...’ vesselam. Süt imgesi evrenseldir ve neredeyse bütün dillerde ‘ilim’ (hikmet anlamında) manasında kullanılmıştır.

KARAKOÇ VE ZARİFOĞLU’YLA ORTAK İKLİMDEN

Korku şiirinde dokunulup geçilmiş. Aydoğan, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Robert Bly gibi şairlerle akraba. Özellikle Bugün Konuştuklarımız’la bu ‘müşterek iklim’in içinden konuşuyor. Yeni Yapılar’da şair, ‘şimdi durmadan bir örtüyü kaldırıyorum’ diyor. Perdeler kaldırıldıkça çoğalırmış. Nitekim, sonrasında, ‘bu merdiven çık çık bitmez kendimize’ diyerek bunu doğruluyor. Ama yürüdüğümüzden fazlasını mı gideriz emin değilim. Bu yüzden hepimiz haklı mıyız, bundan da emin değilim. Kitapta en çok sevdiğim şiirlerden biri, ‘insan olmanın iç detayları’. Zamanın damarları tıkanmış bir kalp hastasına benzetildiği ve ‘ebedi müziğe ayarlanmış’lığın söylendiği bir şiir. Aydoğan yer yer mısracı. Şiiri baştan beri böyle idi ama demek ki yaşlandıkça iyice koyulaşıyor. Kelimeler azalıyor. Dil arınıyor. Giderek kelimesiz konuşulan bir yere gelindiğinde -Zarifoğlu’nun kitaplarına girmeyen son şiirlerindeki gibi- her şeyin çok fazla olduğu, aşk ve ölüm gibi güçlü ve ağır bir şey beliriyor. Dil burada çaresizleşiyor. Az Önce de böyle. Boşluk’un varlığın negatif boyutu/yüzü olduğunun farkında şair. Nasr’ın nihil’le ilgili yazılarını hatırlıyorum. Boşluk yoktur, diyordu. Gözünü kapat, işaret parmağını havada dolaştır her yerde Allah’a dokunur. Bir arife, ‘efendim Allah ile kul arasına girilmez’ diyorlar, demiş dervişi. ‘Allah’ı buldun da aranıza mı girdik?’ demiş. Eklemiş : ‘Ne arası var ne darası...’ Aydoğan bu sırrın içinden konuşuyor : ‘Boşluklar olmasa kimse ulaşamaz / Kavuşmuşsak varlığımız kendimizdir...’ Ve kitapta yine en çok sevdiğim bir şiir : ‘Kimsesi yoktur acının.’ Yer yer ‘teftiş amaçlı’ gezilerde kaldığı otellerin ruhu yoran yalnızlıklarının izleri tütüyor : ‘oteller ölür, yolun ölüye çıkar, hava karanlıktır.’

Aydoğan, şİİrsel bİlgelİk sofrasına çağırıyor

Karakoç, ‘bütün çabamız bir ölüye çıkmak için’ der. Yalnızlık, yalnızlıktır işte, doğrudan böyle anlatılabilir. Bu, biraz da anlatılamazın anlatılamazlığını anlatmaya çalışmaktır. Ne çaresiz bir çabadır. Keder ölüdür, elmayı bıçak kesmiştir ve odanın içinde sürekli büyür. Yine Müldür’ü hatırlıyorum: ‘Bir balığın kesik boynu gibidir spleen...’ ‘Bir inşaat işçisinin güneşte bayılışı gibidir spleen.’ Türkiye’nin, ‘çocukların ağzındaki kirazla açıklanan’ dizesiyle, milenyumun ‘yılan fısıltıları’nı birlikte okumalı. Böyledir, insan bir halden geçer, sonra içinde kırılan sese kanar. Bu aldanışla cennetten cenine düşüşünün öyküsünü anlatmaya başlar. Şair cennetten tene (ten, cennettir) oradan cenine mi cinler alemine mi düşülüyor tam emin değil. Devriyyelere başvurmalı. Ah şiiri de böyle. İnsanı asıl dilsizleştiren, şairin ifadesiyle ‘kelimesiz bırakan’ın ‘ah’ olduğunu söylüyor. Ah, Allah’tır. Ah eylediğim serv-i hıramanın içindir... Duyular alemindeki birliğin. Şiir, kaosun dibindeki birliğe ulaştırıyor. Bu yüzden güzel boşluğun genişliğine muhtacız. Ve Doğu’nun Pencereleri...’Hepimiz çocuktuk, eskiden ölür müyüz bilmem ki...’ Aydoğan şiirsel bir bilgelik sofrası sermiş. Ne güzel etmiş. Kendisine şükran borçluyuz.

Edebiyat Ortamı Yayınları, bu iki kitaptan önce şiir ve öykü yıllıkları yayımlamıştı. Yayın ortamına hoş geldiniz diyorum.

***

Oteller ölür yolun ölüye çıkar hava karanlıktır

Hızla çekilen çizgilerden sonra hesap düşer, defter kapanır

Su içtiğin bardak

Baktığın ayna

Pencerenin gerisinde

Apansız yalnızlaşır

Ve sen olan biteni keder görürsün, değil!

Keder ölü bir şeydir

Bıçak kesmiştir elmayı

Elma odanın içinde büyür büyür büyür

Çünkü kimsesi yoktur acının

Ve sen taş sanırsın oysa gerçek bir hayattır sana fırlatılan...’

(STAR KİTAP, 18.04.3012)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder